25 Mart 2010 Perşembe

Yargıyı yok et yasa, yürüt...

Share





Anayasa'da değişiklik yapıyor arkadaşlar...

Anayasa'ya göre kapatılması istenen partinin kapatılıp kapatılmayacağına, Anayasa'ya göre kapatılması istenen parti karar verecek.

*


- Suç işledik mi?

- İşledik.

- Kapatılalım mı?

- Kapatılmayalım.

- Yaz kızım, kapatılmamıştır.

*



Boşanmak istiyorsunuz mesela...

Hâkime ne?

Toplansın sülale...

Referandum yapılsın.



*



Diyarbakırspor'a saha kapatma cezası mı verilecek? Federasyon karışmasın... Tribünlere sandık konulsun, Diyarbakır taraftarı karar versin. Hakemi, futbolcular seçsin... Zaten, boşu boşuna maç yapmayalım, oylama yapalım, kimin taraftarı fazlaysa o şampiyon olsun.

*


Gardiyanları mahkûmlar seçsin.

Zabıtaları pazarcılar seçsin.

*


Komutanları erler seçsin; yap kışlada kampanyanı, topla 3 bin kişiyi albay ol... Ordudan kimin atılacağına generaller karar veremeyeceğine göre, okuldan kimin atılacağına niye öğretmenler karar veriyor? Çocuklar reşit olana kadar sınav sorularını veliler belirlesin.

*


Ana veya babanın dediği olmasın...
3 kişilik ailelerde salt çoğunluk aransın,
4 kişilik ailelerde karar alınamazsa,
rafa kaldırılsın, gelin veya damat
gelene kadar kadük kalsın.

*



Devlet dairesinde 100 memur
varken, niye sen müdür oluyorsun?

Hani demokrasi?

Ya herkes müdür olsun, komisyon yönetsin ya da müdürü memurlar seçsin.

*


Vatandaşın en çok oy verdiği parti iktidar olunca, güzel... Aynı vatandaşın
en çok seyrettiği dizi, çirkin... Öyle mi?

Behlül RTÜK başkanı olsun.

RTÜK başkanı da gitsin Bihter olsun.

*



Belediye otobüsünün nerede duracağına yolcular karar versin; oytobüs olsun... Çoğunluk nereye istiyorsa, pilotlar oraya uçsun. Kadıköy'den bindik, Karaköy'e mi Eminönü'ne mi, kaptanı alakadar etmez, demokrasi var, uzlaştık uzlaştık, uzlaşamadık akıntı karar versin.

*


Herkes kendine anayasa hazırlasın, herkes kendi anayasasına uysun, birbirimizin anayasalarının birbirimize uymadığı durumlarda, hiç ağlanmasın, herkes ne hali varsa görsün...

Hukuk mukuk kalmadığına göre, bu saatten sonra Allah cezamızı versin.

Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr
24 Mart 2010

24 Mart 2010 Çarşamba

Majestelerinin Anayasası!

Share
O kadar çok konu var ki yazacak, bu küçücük yer bana asla yetmez, daha başlarken biliyorum bunu ama yine de deneyeceğim... Meselâ Deniz Feneri Derneği’nin -elbette hâlâ ‘soruşturma gizliliği’ diye, nedense diğer soruşturmalarda her şey apaçık ortaya dökülür, gazetelere manşet olurken bu dev yolsuzluk olayının üstünün örtülmesi sonucu- tümüyle masum havalarda yaptığı açıklamalar var.

“Açı doyurmuş, açığı giydirmiş”ler, sadece iyilik yapmışlar ama bazı partilerle, gazeteler Almanya devleti ile ortak çalışarak Deniz Feneri üzerinden Türk insanının iyilik duygularını zayıflatmaya çalışmış... Almanya’da “yüzyılın en büyük bağış soygunu” olarak adlandırılan, trilyonlarca liralık bağışın, bizzat o bağışçıların paralarının yok edildiği bir olayı millete böyle aktarıyorlar. Ama kimse “Kardeşim ne oldu bu dava, iki Deniz Feneri arasındaki ilişki, ortaklık açıkça mahkeme tarafından belirlenmemiş miydi” diyemiyor.

Millet her gün soruyor, sorumlulara kimse sormuyor, “gizli” diye aylardır saklanıyor.

Öte yanda, geçenlerde arşivde bir bilgi ararken rastladığım çok ilginç bir sürmanşet haber var...

Başbakan Erdoğan, 2007 Mart ayında kendisiyle ilgili medyada çıkan bir habere kızarak cevap verirken şöyle demiş; “Bu medyanın karın sancılarının ne olduğunu biliyorum. Zaten şu anda Maliye de her şeyi takip ediyor.” Gerçekten ilginç değil mi? Birbirini takip eden cümlelerle bu iki olay nasıl ilişkilendirilebilmiş? Bu sözden sonra “Maliye’nin bir medya grubuna tarihte görülmemiş bir ceza kesmesi”ni nasıl değerlendirmek lâzım? En iyisi yorumu okuyucuya bırakmak...

Şimdi gelelim; “kendin pişir, kendin ye” şeklinde yapılmak istenen “yüksek yargının yapısını değiştirme” operasyonuna...

Bu olay çok ciddi; “Meclis’i ve hükümeti denetleme görevi yapan ve diğer denetim mekanizmalarının ortadan kaldırıldığı” bir ortamda önemi had safhaya çıkan yüksek yargının üyelerini de siyasallaştırdıkları takdirde Türkiye’yi hamur gibi yoğurup istenen şekli vermek için hiçbir engel kalmayacak.

PLÂNIN PARÇASI; YANILTMAK

Şu noktaya çok dikkat etmek gerekiyor: Görevleri bu operasyonlara “gereken desteği vermek” olan bazı yazarlar ve gazeteler yüksek mahkemeleri ele geçirme operasyonuna “değişime karşı çıkma”, “12 Eylül Anayasasının değiştirilmesini engelleme” gibi kılıflar buluyorlar. Olayı “Muhalefet partilerinin, iktidarın yapacağı değişimlere karşı çıkması, onunla birlikte Anayasayı değiştirmeye yanaşmaması” şeklinde yansıtarak okuyucuyu resmen aldatıyorlar.

Türkiye’de Anayasa’nın değiştirilmesine karşı çıkan yok ama ülkenin geleceğine yön verecek en önemli kanunların her demokratik ülkede olduğu gibi “tüm kesimlerin katılımıyla hazırlanması” gerektiği son derece haklı olarak söyleniyor.

Mevcut düzene “al gülüm ver gülüm düzeni” diyen AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ “Ben seni seçeyim, sen beni seç. Geniş tabanlı temsil olmasın mı” diyor. Peki yüksek yargı üyelerini, hakimleri, savcıları bağımsız ve yılların deneyimine sahip yüksek yargı üyelerinin seçmesi mi doğrudur, yoksa HSYK’nın tüm yetkilerinin Adalet Bakanı ve müsteşarına verilmesi, üyelerinin ise AKP veya aynı görüşteki Cumhurbaşkanı tarafından seçilmesi mi?.. AKP deyince de seçecek olanlar “milletin seçtiği, millet iradesini yansıtan” milletvekilleri değil (bunun değişmesine de karşılar), tek başına Başbakan... Yani dolayısıyla Erdoğan ve Gül birlikte oturup Anayasa Mahkemesi üyelerine ve diğer yüksek mahkemelere üye seçen HSYK üyelerine karar verecekler. Bu, yargının tümüyle siyasi parti haline gelmesi “al gülüm ver gülüm” olmayacak ama işlerine geldiğinde “Bağımsız yargıya herkes saygılı olsun” dedikleri, gelmediğinde “dokunulmazlıkları kaldıramayız, yargıya güvenmiyoruz” dedikleri yargının en yüksek kurulunun veya yüksek mahkemelerinin seçmesi “al gülüm...” olacak.

BU TELAŞ NE?

Ve örneğin Cumhurbaşkanı AYM’ye 2 üniversite mezununu bile atayabilecek. Anayasa Mahkemesi öyle önemsiz ki hiçbir deneyime/uzmanlığa gerek yok, herkes üye olabilir yani... Yeter ki AKP’nin her istediğini onaylayan Cumhurbaşkanı karar versin.

Sonra örneğin; Anayasa Mahkemesi raportörlerinin böyle bir yetkisi olmamasına rağmen, her gün siyasi taraf olarak iktidarı destekleyen açıklamalar yapan Osman Can ve benzer isimlerin AYM’ye ve HSYK’ya seçilmesinin de önü açılıyor. Cumhurbaşkanı’na; rektörlük atamalarında yapıldığı gibi “fazla oy alan aday” yerine az oy, hatta tek oy alanı AYM’ye seçme hakkı da veriliyor.

Dikkatten kaçırılmayacak bir nokta da; taslağa konan geçici 20. madde ile HSYK’da yapılacak değişiklik gerçekleştikten 30 gün sonra Kurul’un yeniden oluşturulması... Aceleleri var yani; istedikleri savcıyı, hakimi istedikleri yere atamak için aşırı telaşları var. Bu telaş neden, merak etmez misiniz?

Parti kapatma kararını; Meclis’teki her partiden 5’er üye bulunacak bir komisyona verip, bunu da “Bakın bizim daha çok koltuğumuz var ama biz de 5 üye veriyoruz, ‘buyrun siz karar verin’ diyoruz” şeklinde anlatmaları ise tam komedi. İki partinin anlaşarak, gizli oylarla istedikleri partiyi kapatmalarını nasıl önleyecekler acaba? Ve bu gerçekleşirse, Anayasa Mahkemesi’ne, Danıştay’a bile “hukuki değil, siyasi karar verdi” derken rakip partilere demeyecekler mi?

Bu tehlikeli girişim için Türkiye’nin sonu hayrolsun demekten başka ne söylenebilir ki?

Ruhat Mengi
rmengi@gazetevatan.com
www.gazetevatan.com 24.03.2010

18 Mart 2010 Perşembe

Minnettarız!

Share .
.




Türk Silahlı Kuvvetleri, Çanakkale Zaferi'nin 95. yıldönümü kutlamaları sebebiyle arşivinde bulunan ve daha önce hiç yayınlanmamış görüntüler yayınladı. Çanakkale Savaşı'nda cephedeki askerlerin bulunduğu çok özel görüntüler bugün için özel olarak yayınlandı.

13 Mart 2010 Cumartesi

Fransız vekilden 'PKK' itirafı

Share

Fransız vekil, Fransa'daki PKK kamplarını ve eğitimlerini anlattı

Terör örgütü PKK’ya yönelik İtalya, Fransa ve Belçika’da düzenlenen operasyonların ardından, Avrupa Parlamentosu üyesi Fransız Milletvekili Jose Bove, ortaya çıkarılan PKK kampından Fransız polisinin haberi olduğunu ve bu kampta düzenlenen toplantılara katıldığını söyledi.


Strasbourg’daki Avrupa Parlamentosunda bir grup milletvekili ile terör örgütüne destek vermek için toplantı yapan Fransız Parlamenter Jose Bove, seçim bölgesi olan Larzak Ovası’nda (Fransa'nın güneyinde bir bölge) PKK’nın eğitim kampları olduğunu kabul ederek, bu kamplardaki toplantılara bizzat katıldığını söyledi.

Küreselleşme karşıtı olarak bilinen Avrupa Parlamentosu milletvekili Fransız Parlamenter Jose Bove, Fransız güvenlik birimleri tarafından 26 Şubat 2010 tarihinde tutuklanan terör örgütü sorumlularından Mehmet Ali Doğan’ın yakın arkadaşı ve komşusu olduğunu kaydetti.

Silahlı eğitim verildiği iddia edilen çiftliği bulma konusunda kendisine yardımcı olduğunu, 10-15 senedir yaz aylarında çiftliğe gelen çok sayıda Kürt gencinin burada eğitim aldıklarını bildiğini belirten Bove, kendisinin de bizzat bu eğitim kampına konuşmacı olarak katıldığını açıkladı.

Fransa, İtalya ve Belçika’da terör örgütü PKK’ya yönelik operasyonları eleştiren ve örgütün Avrupa üst düzey sorumlularının yakalanmasını "cadı avı" olarak nitelendiren Fransız Parlamenter Jose Bove, PKK’lı teröristlere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Larzak Ovası’ndaki kampta sürdürülen faaliyetlerden Fransız güvenlik birimlerinin haberi olduğunu, Mehmet Ali Doğan’a ait çiftliğe bir kilometreden daha az mesafede Fransız ordusuna ait askeri bir birlik bulunduğunu öne sürdü.

Terör örgütü PKK kadrolarına silahlı eğitim verildiği belirtilen ve Fransız Parlamenter Jose Bove’nin seçim bölgesi olan Larzak Ovası, terör örgütü ETA’nın arka bahçesi olarak biliniyor.

Bu arada, Fransız güvenlik birimlerinin terör örgütünün yayın organı Roj TV’ye yönelik Paris, Strasbourg ve Orleans’ta operasyon gerçekleştirdiği bildirildi. Soruşturma kapsamında 10 kişinin gözaltına alındığı kaydedildi.

www.gazetevatan.com
13.03.2010

11 Mart 2010 Perşembe

“Vatan” kerpiç enkazı altında

Share


Vatan yahut Silistre


Sene 1854...

Kale bizim; 10 bin kişiyiz. Rus ordusu kapıya dayanmış, 80 bin kişi; boğaz boğaza, fena kapışma oluyor... İslam bey, yiğit adam, ecdadında 42 şehit var, uzaktan seyretmeyi kendine yediremiyor, gönüllü olarak kaleye gitmeye karar veriyor. Âşık aynı zamanda... Sevdiğine uğruyor, vedalaşıyor, duygusal durumlar yaşanıyor. Sevgilisi Zekiye... O da bir yiğit kız... Güya uğurluyor İslam beyi, sonra giyiyor erkek kıyafetlerini, “Benim adım Adem” diyerek, gönüllüler arasına karışıyor... Savaş mavaş, kan gövdeyi götürüyor, gözünü budaktan sakınmayan İslam bey yaralanıyor, Adem kılığındaki Zekiye ona bakıyor, yaralarını sarıyor. Neticede, Rus ordusu pes ediyor, çekiliyor. Kale kumandanının, aslında Zekiye'nin babası olduğu ortaya çıkıyor iyi mi...
Hiç görmemiş, öldü bilmiş, meğer o da ismini değiştirmiş... Velhasılkelam, baba kız kucaklaşıyor, İslam beyle Zekiye muradına eriyor, evleniyor.

*

“Vatan yahut Silistre” bu.

*

Namık Kemal'in eseri.

*

O kale, Silistre.

*

Gel zaman git zaman, biz de Rus ordusu gibi tutunamıyoruz oralarda... Birinci Dünya Savaşı kaybediliyor, Balkanlar kaybediliyor, imparatorluk yıkılıyor, Anadolu “Silistre” gibi savunuluyor ve eşsiz kahramanlık destanıyla, enkazın altından sağ salim Türkiye Cumhuriyeti çıkıyor.

*

Sene 1934, Silistre'de bir kahve... Türkler pılısını pırtısını toplamış, komşularıyla helalleşerek, asırlardır “vatan” bildikleri toprakları terk ediyor peyderpey, Anadolu'nun bağrına, “anavatan”a gidiyor. Balkan Türkleri, yeni bir hayat kurmak ve ilelebet terk etmemek üzere, Türkiye'ye akıyor... Vapurla İstanbul, ardından katır sırtında Elazığ, çoluk çocuk 400 kişiler... Önce Palu'da geçici olarak barındırıyorlar onları, sonra bomboş, çorak bir araziyi göstererek, “Aha işte şurası sizin” diyorlar, “kurun köyünüzü...”

*

Kuruyorlar köylerini.

Ve, ismini koyuyorlar:

“Kovancılar.”

*

Terk ettikleri dönemde Romanya'ya bağlı olan, sonradan Bulgaristan sınırlarına dahil edilen Silistre'nin Kovancılar Köyü yani... Kendileriyle beraber, köylerinin ismini de taşıyorlar.

*

Sonra?

Bi Allah.

Bi de onlar.

Ne arayan oluyor bir daha...

Ne de hallerini soran.

*

Gel zaman git zaman, sene 2010, deprem oldu, alt tarafı 6 şiddetinde... 400 kişiyle başlayan, çoğalan, ilçe haline gelen Kovancılar'a bağlı köyler, yerle bir oldu... Deprem olana kadar kimse onların farkında olmadığı için, ne yerler, ne içerler, nerde otururlar kimse merak etmediği için, 2010 senesinde hâlâ 1934'ün şartlarını yaşadıkları için...

51 canımız gitti.

*

Romanya, AB üyesi oldu bu arada...

Bulgaristan, AB üyesi oldu.

“Silistre”nin eski adresi de, yeni adresi de AB temellerinde oturuyor.

*

“Vatan” kerpiç enkazı altında.

10 Mart 2010
Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr

10 Mart 2010 Çarşamba

Sırayla Değiştirilen Sokak İsimleri

Share Batman sokaklarına PKK kampı isimleri

Batman'da sokaklara PKK’nın kamplarının da yeraldığı yeni isimler verildi.

Batman’ın BDP’li belediyesi, tartışma yaratacak yeni karar aldı. Belediye Meclisi, kentte bazı cadde ve sokaklara terör örgütü PKK’nın Kuzey Irak’ta barındığı Zap ve Avaşin kamplarının adlarının da bulunduğu yeni isimlerin verilmesi için karar alıp, onaylanması için valiliğe gönderdi.

Batman Belediye Meclisi aldığı bir kararla, daha önce numaralı olarak bilinen sokak isimlerini değiştirdi. Belediye Meclisi aldığı kararı, valilik onayına sundu. Vali Ahmet Turhan, kararı onaylarsa, cadde ve sokak isimleri değişecek.

Değiştirilen cadde ve sokak isimlerinin arasında dikkat çeken birçok isim var. Terör örgütü PKK’nın Kuzey Irak’ta bulunan kamplarından biri olan Zap ve Avaşin, geçirdiği kalp krizi sonucu ölen kapatılan DEP eski Milletvekili Orhan Doğan, Med İmparatorluğunun ‘Med’ olan adı, sürgünde yaşamını yitiren Kürt yazar Mahmut Baksi, 1990’lı yıllarda PKK ile güvenlik güçleri arasında çatışmaların sıkça yaşandığı Şırnak’taki Gabar Dağı, Batman’ın Hasankeyf İlçesi yakınlarındaki Mava Dağı, Tunceli’nin Munzur Vadisi’nin Kürtçe adı olan ‘Adar’, Diyarbakır’ın Silvan İlçesi’nde bulunan kalenin adı Zembilfroş; Şırnak ve çevresi için kullanılan Botan adının verilmesi kararlaştırıldı.

Geçen yıl da Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi bitişiğinde yapılan parka ‘Zap’ ve ‘Avaşin’ adını vermek isteyen Belediye’nin talebine Batman Valiliği onay vermişti. Parka daha sonra geçen yıl Yunanistan'da ölen Ermeni besteci Aram Tigran adı verildi.

http://haber.mynet.com
10 Mart 2010






Geçtiğimiz şubat ayında da altta yayınlanan haberle Mardin'de sokak isimlerinin çatışmalarda ölen PKK'lılar ile terör örgütünün kamplarının isimleriyle değiştirildiği duyurulmuştu.





Terörist isimleri sokak adı oluyor
BDP'li Nusaybin Belediyesi çok tartışılacak bir hamle yaptı.. Karar Öcalan'ın yakalanışının yıldönümünde çıkarıldı.

Mardin Nusaybin Belediyesi, 70 sokak ve mahalleye çatışmalarda ölen PKK'lılar ile terör örgütünün kamplarının isimlerini veriyor.

Habertürk gazetesinin haberine göre BDP'li Nusaybin Belediye Meclisi, 70 sokak ve mahalleye PKK'lıların adlarını koyma kararı çıkardı. Şoke eden bu tavır, Öcalan'ın yakalanışının 11. yıldönümüne denk getirildi.

TERÖR KAMPLARI İsmi Terör kampı isimleri ile öcalan'ın köyü Amara'nın adı sokaklara verildi. 2008'de Diyarbakır'da servis otobüsüne saldıran terörist Mehmet Ş. Yıldeniz'in kod adı "Reber" gibi isimler de mahalle ve sokak adı olarak belirlendi.

REBER (YOL GÖSTEREN): Diyarbakır'da 2008'de Ali Gaffar Okkan Polis Meslek Yüksek Okulu'na ait servis otobüsüne yönelik saldırıyı PKK üyesi Mehmet Şah Yıldeniz'in de kod ismi

ARGEJ (YÜKSELEN ATEŞ): Şırnak'ın cizre ilçesine bağlı Ulaş köyünde güvenlik güçlerince yakalanan Mesut Gökhan adlı teröristin de kod adı AGİT (YİĞİT): Aktütün karakoluna düzenlenen baskında öldürülen 9 PKK'lıdan biri olan Zakir Yıldız'ın kod ismi.

HOGİR (GÜÇLÜ): Bu kod ismi bölgede 300'ün üzerinde PKK'lının kullandığı tahmin ediliyor.

BOTAN (SİİRT VE ŞIRNAK BÖLGESİ): Osman Öcalan ile birlikte örgütten ayrılan Nizamettin Taş bu ismi kullanıyordu.

ORAMAR (DAĞLICA): Hakkari'nin Yüksekova Dağlıca Taburu'na 21 Ekim 2007'de bir grup PKK'lının saldırısında 12 asker şehit olmuş 8 asker de kaçırılmıştı. Oramar Dağlıca'nın Kürtçe adı.

www.gazetevatan.com
20.02.2010

9 Mart 2010 Salı

Var mı okumak için bir 10 dakikanız?

Share .
Hep Beraber/Hep Birlikte
 
Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş,
bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil isgal edilmiş olabilir.
Bütün bu şeraitten daha Elim ve daha Vahim olmak üzere, memleketin dahilinde,
İKTiDARA SAHiP OLANLAR GAFLET ve DALALET ve hattâ HIYANET içinde bulunabilirler.
Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler.
Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düsmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evladı!

İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi,
VAZİFEN; TÜRK İSTİKLAL ve CUMHURİYETİNİ KURTARMAKTIR.
MUHTAÇ OLDUĞUN KUDRET, DAMARLARINDAKİ ASİL KANDA, MEVCUTTUR... ..

GAZİ M. K. ATATÜRK - 20 Ekim 1927

 
Çılgın Türkler
 
Kurtuluş Savaşı, dünyadaki en meşru, en haklı ve en kutsal savaşlardan biri. Kazanılan zafer üzerine bugüne kadar çok söz edildi.
Kurtuluş Savaşı eskilerde mi kaldı?.. Bu ülkenin verdiği bağımsızlık kavgasını konu alan bir eser yüzlerce baskı yapıyor ve 400.000'den fazla insan tarafından gözyaşları arasında okunuyorsa sorunun cevabı çok net: "Hayır!" Kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla; gücünü Anadolu topraklarından alan bir ulusun "İsimsiz kahramanlar" albümünden insan manzaraları.. Kurtuluş Savaşının ilk günlerinde doğru dürüst ne kılıçları, ne de mızrakları vardı. Eksiklikleri giderildiğinde Yunanlılar için en korkulan güç oldular. Büyük Taarruz'da, Süvari Kolordusu sel gibi akarak düşmanın kaçış yollarını kesecekti... Anadolu yanan gözleriyle duruyordu bu dünyanın üzerinde. İzmir, Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar; 1919'un Mayıs ortalarından Haziran ortalarına kadar düşmüştü. Adana, Antep, Urfa, Maraş dövüşüyordu... Murat Nehri, Canik Dağları ve Fırat, Yeşilırmak, Kızılırmak, Gültepe, Tilbeşar Ovası İngilizlerle boğuşuyordu. Aksu ile Köprüsü, Karagöl ile Söğüt Gölü, belki de ilk kez görüyordu İtalyan'ı. Çukurova, Seyhan ve Ceyhan Fransızlara bakıyordu.

Nazım Hikmet, Kurtuluş Savaşı üzerine yazılmış en güzel esere, "Kuvva-i Milliye" destanına


"Ateşi ve ihaneti gördük"


diye başlar,


"Dayandık"

diye sürdürür:

"Dayandık her yanda,
dayandık İzmir'de, Aydın'da,
Adana'da dayandık.
Dayandık, Urfa'da, Maraş'ta, Antep'te..."


20. yüzyılın ilk yıllarından beri bir kavgadan ötekine sürüklenen ülke, müttefikleriyle birlikte Büyük Savaş'tan yenik çıkmıştı. Bu topraklarda yaşayan hemen her ailede ya bir gazi vardı ya da bir şehit. Umutlar tükenmiş, bezginlik ve çaresizlik artmış, teslimiyetçilik dalga dalga yayılmıştı.

İşte böyle bir ortamda, bir "Çılgın Türk"ün önderliğinde, "Çılgın Türkler" ortaya çıktı ve yedi düvele karşı kavgayı başlattı. Bu kavga, Anadolu'nun tek vücut, tek yürek olan insanların hayranlık duyulacak destanlarıyla kazanıldı.


Kadınlar, bizim kadınlarımız...

Kurtuluş Savaşı'ndaki "Çılgın Türkler"in birbirlerinden farkı yok. Ancak; anamız, avradımız, bacımız ve de yârimiz olan kadınların o akıl almaz, o çılgınca fedakârlıkları olmasaydı, bu savaş nasıl kazanılırdı? Bu, günümüzde bile kimsenin kolayca cevaplayamayacağı bir soru.
 Savaş galipleri arasında çıkar çatışması başlamış, geleceğe dönük planlar müttefikleri yol ayrımına getirmişti. Çukurova, Antep, Urfa ve Maraş'ta "Çılgın Türkler"den umulmayan bir direniş gören Fransa, Ankara hükümeti ile anlaşma yolları aramaya girmiş, Fransız temsilcisi Franklin Bouillon, Ankara yollarına düşmüştü. O günlerde, Türk ordusunun silah ve cephane ihtiyacı İnebolu üzerinden karşılanıyordu. Özellikle İstanbul'da, işgal güçlerinin denetimindeki depolardan çeşitli yollarla kaçırılan silahlar ve cephaneler, küçüklü büyüklü teknelerle İnebolu'ya getiriliyor, buradan da "İstiklal Yolu" üzerinden cepheye götürülüyordu. Hangi araçla mı? Kağnılarla tabii. Başka araç yoktu ki!

"... Genç adam 'uğurlar olsun anam' diye seslendi. Kolbaşı 'Sağ ol oğul' dedi, elindeki sopayla öküzleri dürttü. Kağnılar, tekerlekleri inleyerek kımıldayıp yürüdüler. Kağnıcıların hepsi kadındı. Yalnız üçüncü kağnıyı 12 yaşında bir erkek çocuğu götürüyordu. Kadınlardan biri hamileydi. Yedinci kağnının yanında yürüyen sırım gibi genç kadının ayakları çıplaktı. Bazı kadınlar, bebelerini torbalayıp sırtlarına bağlamışlardı. Konvoyu uğurlayan genç subaylardan birisi '
Ne mübarek kadınlar bunlar' dedi." Öyleydiler...





Kağnı kamyonu yener mi?

Onlar, Franklin Bouillon'un Ankara yollarında gördüğü konvoylardan yalnızca birisiydi ve Fransız temsilcisi müthiş etkilenmişti. Şerefine verilen akşam yemeğinde, "kağnıcı kadınlar"ı anlata anlata bitiremiyordu. Sofrada geleceğe dair konuşuluyordu. Mustafa Kemal, girdikleri kavgayı kısaca özetledi F. Bouillon'a:

"Mösyö Bouillon, milli yeminimizin özü tam bağımsızlıktır. Yani; siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kısaca her hususta bağımsızlık! Türk milleti kanını tam bağımsızlığı sağlamak için akıtıyor."

Yemek bitip Mustafa Kemal odadan çıktığında, Bouillon, Birinci Meclis'in Hariciye vekili Yusuf Kemal Bey'e (Tengirşenk) hayretle sordu:


"Yoksa siz aklınızdan kapitülasyonları kaldırmayı mı geçiriyorsunuz?"
"Evet Mösyö. Milli Mücadele toprak için yapılmıyor. Biz İstiklal için mücadele ediyoruz.
Büyük Millet Meclisi kapitülasyonların kalktığını görmeden kılıcını kınına koymaz..."

Fransız diplomat gülmeye başlamıştı:

"Ah dostum! Azminizi ve sabrınızı temsil eden kağnı kollarını büyük bir hayranlıkla izledim. Ama gerçekçi olun ve bizimle uzlaşmaya bakın. Çünkü kağnı kamyonu yenemez!"
Franklin Bouillon,
30 Ağustos 1922'de Dumlupınar Meydan Savaşı'nın bu kağnıların taşıdığı silah ve cephanelerle kazanılacağını nereden bilebilirdi ki...




"Şu bir liramı al kızım!"

Halide Edip (Adıvar), cepheyi görmek üzere trene bindi. Kompartımanda İstanbul'dan kaçıp gelen, İstanbul'un tanınmış ailelerinden birisinin kızı ile genç bir subay vardı. Sohbet sürerken, Halide Edip, genç subayın dizindeki yamayı eliyle örtmeye çalıştığını fark edince gülümsedi;

"Lütfen dizinizi örtmeye çalışmayın. Utanmayın da. O yama, bizim için İngilizlerin dizbağı nişanından çok daha değerli. Ordumuz, heybetini yoksulluğundan alıyor..."


Kütahya Eskişehir Cephesi'nde ölümüne savaşıldığı günlerde, Ankara Öğretmen Okulu'nun konferans salonunda, kadınlar Halide Edip’i dinlemek için toplanmışlardı. Ön sıralarda sıkma başlı, uzun mantolu, iskarpinli İstanbullular. Arkalarda rengârenk çarşaflı, potinli, mest lastik giymiş, yüzleri açık Ankaralılar. Halide Edip, çok tutumlu olduklarını duyduğu Ankaralı kadınların orduya yardım etmelerini sağlamak için bir konuşma yapacaktı;


"Bir hafta önce Eskişehir'deydim. Uçakları gördüm. Kanatlar ve gövde, özel keten kumaşla kaplanırmış. Bizimkiler kaput beziyle kaplıyorlar. Özel yapıştırıcı olmadığından kaput bezi, nal mıhı veya zamkla tutturuluyor. Bezin gerginliğini sağlamak için emayit kullanılırmış.

Bizimkiler, bezi kaynatılmış patates kabuğu ve paça suyuna tutkal, kola karıştırarak yaptıkları pelteyle kaplıyorlar. Ve pilotlar, gözlerini bile kırpmadan bu uçaklara binip havalanıyorlar. Kardeşlerim! Sizleri, milletin şerefini ve namusunu canından aziz bilen bu genç ve yoksul orduya yardıma çağırıyorum!"

Salonda çıt çıkmıyordu. Sonra, Ankaralı kadınlar hareketlendiler, sıraya girdiler. Masanın üstü kısa sürede para, altın bilezik ve yüzüklerle dolmuştu. Tam bu sırada, beyaz başörtülü, gözleri görmediği anlaşılan yaşlı bir kadının seslendiği duyuldu:


"Ne olur bana Halide Hanım'ı bulun!"


Yaşlı hanım, hemen yanına koşan Halide Edip'in yüzünü okşamaya başladı:


"Çamaşırcılık yaparak geçiniyorum kızım. Bunu zor günüm için saklamıştım. Ama sözlerinden anladım ki, ordumuz benden daha zordaymış. Al bunu kızım!"


Görmeyen gözleriyle Halide Edip'e gururla bakan kadının derisi çatlamış avucunda 1 lira vardı.
Halide Onbaşı, gözlerinden yaş fışkırırken sarıldı yaşlı hanıma;


"Ah anam ah! Bir kere daha iman ettim. Kurtulacağız.. ."


İşte onlar dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş fedakârlıklarıyla bizim kadınlarımızdı.

 

"Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!"





Mehmet Akif in Çanakkale Şehitleri için yazdığı şiirdeki bu mısra, aslında bu vatan için gözünü kırpmadan ölüme giden tüm "Mehmetler" için yazılmıştı... En acemisinden yedek subayına, teğmeninden albayına şehit olan tüm Mehmetlerin amacı; Anadolu topraklarını arsızca işgal eden, kadın erkek, çoluk çocuk gözetmeksizin hoyratça davranan düşmanı geldiği yere göndermekti. 15 Mayıs 1919... İzmir limanına demirleyen Yunan savaş gemilerinden karaya asker çıkmaya başlamıştı. İzmir Askerlik Şubesi başkanı Miralay Süleyman Fethi, gelişmeleri makamında endişeyle izliyordu. Sabah evinden ayrılırken, eşi Edibe Hanım, kötü bir şey olacağını hissetmiş gibi, o gün işe gitmemesini söylemiş, ancak Miralay Süleyman Fethi’nin cevabı kısa olmuştu;
"Ben askerim! İşime böyle bir günde gitmezsem, başka ne zaman gideceğim!"
Edibe Hanım'ın korktuğu başına gelecekti. İzmir'i işgal eden Yunanlılar, Fethi Bey'i savaş esiri olarak tutuklayıp, Pasaport'ta, rıhtım boyunda esir diye getirdikleri başka Türk subaylarının da bulunduğu sıraya kattılar. Özel kıyafetli efzun askerlerinin başındaki Yunan subayı sıradakilere seslendi:


"Kimin önünde durursam, o kollarını iki yanda kaldırıp indirecek ve 'Zito Venizelos!' diye bağıracak.
Karşı gelen süngülenecek."


Venizelos, o tarihteki Yunan başbakanı idi. Subay, Türk askerlerinden başbakanı kutsamalarını istiyordu. Bir tek Miralay Süleyman Fethi direndi. Bağırıp duran Yunan subayının karşısında kayadan oyulmuş bir heykel gibi duruyordu. Subay, ummadığı bu direniş karşısında öyle kızmıştı ki, birden elini uzatıp Fethi Bey'in omuzlarındaki apoletlerini sökmek istedi. Fethi Bey, Yunan subayının elini şiddetle itti.


"Onları sen takmadın ki sen sökesin!"


diye bağırdı ve ilk süngü yarasını aldı. Efzun eri, süngüyü onun göğsüne sokmuştu... Yirmi iki kez önünde durdu, isteğini yineledi Yunanlı subay ve yirmi iki kez süngülendi Miralay Süleyman Fethi. Artık ayakta durmaya direnci kalmayan, kendi kanından oluşan gölcüğe yığılıp kalan kahraman asker, İzmir'deki Fransız Konsolosluğu aracılığıyla kaldırıldığı hastanede, sabaha karşı şehit oldu.
 İşgalciler, ertesi gün, tüm İzmir'in katıldığı cenaze törenine müdahale etme cesaretini gösteremediler. İzmir'deki Mevlevi tekkesinin mezarlığına gömüldü. Bu kahraman subay, bugün çok yalın yapılan mezarında, üzerinde kabartma bir kılıç ile bir kalpak resmi yontulu taşın altında, huzur içinde yatıyor.




"Bölükten geri Kalan budur komutanım!"

Porsuk Çayı'nın kuzey kıyısındaki bir patikada 40 kişi yürüyordu. Çoğunun ayağı çıplak, bazılarının ayakları çuvalla, çaputlarla sarılıydı. Aralarındaki yaralılara arkadaşları destek olmaya çalışıyorlardı. Bunlar,10-25 Temmuz 1921 arasındaki Kütahya-Eskişehir savaşlarında yarılan cepheden kopan askerlerdi. Düşe kalka, dövüşe dövüşe birliklerini bulmak için cephe gerisine ulaşmaya çalışıyorlardı.
 Aniden ortaya çıkan bir süvari birliği, grubu çevirdi. Asker kaçaklarının peşinde olan süvari yüzbaşısının sesi çok sertti:




"Hangi birliktensiniz? "

"4. tümen, 55. Alay, 3. Tabur 1. Bölük'teniz komutanım."
"Bölüğün geri kalanı nerede?"
"Geri kalan biziz komutanım!"
"Nereye gidiyorsunuz?"
"Duyduk ki ordu Sakarya ötesine çekiliyormuş. Alayımızı aramaya gidiyoruz."

Yüzbaşı sevindi. Bunlar, silahlarının şerefini sonuna kadar korumaya kararlı sahici askerlerdi:


"Şu tepenin ardında suyu bol küçük bir köy var. Orada dinlenin. Sonra doğuya yürüyüp Sakarya'yı aşın.
Ama birliği köye bu haliyle sokmayın. Halkı üzmeyin. Anladın mı asker?"

"Evet komutanım. Köye belimiz kırılmamış" gibi gireceğiz. Baş üstüne!"
Süvariler dörtnala uzaklaşırken çavuş birliğe döndü:

"Duydunuz. Halka teftiş vereceğiz. Ona göre. Sıraya girin, çabuk olun, çabuuuk. Hazır ol! Arş!"


Perişan Mehmetçikler ayaklarını sürüyerek yürümeye koyuldular. Çavuş birden dellendi;


"Bu ne biçim yürüyüş? Başınızı kaldırın, canlı yürüyün. Haydi hep beraber...

Annem beni yetiştirdi, bu ellere yolladı
Al sancağı teslim etti, Allaha ısmarladı..."

Çavuşun başlattığı, yavaş yavaş tüm Mehmetçiklerin katıldığı bir marş yükselmeye başladı bozkırın ortasında. Sanki çıplak ayaklı, yaralı ve bir muharebeyi kaybetmiş olanlar onlar değildi. Çınarlı köyüne sefil ve bitkin görünüşlerine hiç uymayan bir çalımla girdiler. Süvari yüzbaşısının gözü arkada kalmayacaktı...

Cepheyi tuttular değil mi?

Kurtuluş Savaşı'nın kırılma noktalarından biri, Kütahya-Eskişehir muharebeleriydi. 14 Temmuz 1921 günü Yunanlılar 180 top ve 40.000 kişiyle yüklendiler Türk hatlarına. Karşı koymaya çalışan kuvvet ise, 113 top ve parça parça cepheye ulaştırılmaya çalışılan 30.000 askerdi. Türk ordusu zamanla yarışıyordu. Her iki ordu da kazanmak için tüm gücüyle savaşıyordu. Süngü hücumları arka arkaya tazeleniyordu. Öyle ki, bir tepe bir saat içinde tam 11 kez el değiştirmişti.
 4. Tümen komutanı Yarbay Nazım, başta Mustafa Kemal olmak üzere hem tüm komutanların, hem de emrindeki askerlerin gözbebeğiydi. Mehmetçik, onun bir emriyle gözünü bile kırpmadan çıkıyordu siperlerden. 4. Tümen, Yunanlıları durdurmak için en güvenilen birlikti ve komutanlar Yarbay Nazım'dan çok şey bekliyorlardı.

15 Temmuz sabahı gün doğarken, Yarbay Nazım ve karargâh subayları atlanıp Yumurçal mevzilerini denetlemeye çıktılar. Az ileride bir tepe vardı ve tepede Türk ordusundan kimse yoktu. Yunanlılar bu tepeyi ele geçirirlerse cephenin yarılması kaçınılmazdı. At inildi, komutan ve karargâhı tepeye doğru yürürken Yarbay Nazım, süvari takım komutanına emir veriyordu:

"Takımınla hemen tepeyi tut. Düşman taarruz ederse, alaydan birlik yetişene kadar ne pahasına olursa olsun tepeyi tut. Şimdi ben..."
Bitiremedi cümlesini. Sabaha karşı gelip tepeye mevzilenen Yunanlıların açtığı makineli tüfek ateşi biçti bu çok sevilen komutanı ve karargâh subaylarını. Emir çavuşu Eyüp, göğsünün sol tarafındaki kan lekesi giderek artan komutanını kucaklayıp at bindi ve cephe gerisine götürmeye başladı. Yarbay Nazım'ın ünlü beyaz atı dörtnala peşlerinden geliyordu.






Eskişehir hastanesi... Çok hafif soluk alan komutanın başında Eyüp Çavuş ve subaylar bekleşiyordu ümitle. Yarbay Nazım fısıldadı:

"Tepeyi tuttular değil mi?"

"Tuttular komutanım..."
"Arkadaşlar iyi mi?"
''Hepsi iyi. Çok iyiler komutanım."
"Asıl siz iyi olun, iyi dayanın çocuğum..."

Başı Eyüp Çavuş'un dizine dayalı yatan Nazım Bey'in son sözleriydi bunlar...

Çankaya'daki çalışma odasının kapısı usulca aralandı, Fikriye Hanım bir hayalet gibi içeri süzüldü. Masadaki haritanın üzerinden başını kaldıran Mustafa Kemal, genç kadına sorgulayan gözlerle baktı.
Kötü haber tez ulaşmıştı. Salih Bey (Bozok) söylemeye cesaret edemiyordu. Başı öne eğikti. Mustafa Kemal

"Ne var? Ne oldu?"


diye sordu. Yılgın bir sesle


"Fevzi Paşa telefon etti. 4. Tümen karargâh kadrosu felakete uğramış!"
 diye cevapladı.
"Ne demek o?"
"Kurmay başkanı Binbaşı Şerafettin yaralı olarak esir düşmüş. Çoğu da şehit olmuş efendim!"
"Nazım?"

Salih Bozok ağlamaya başladı. Mustafa Kemal donup kalmıştı. Yarbay Nazım, çok sevdiği, çok kıymetli bir komutanıydı.


"Gel biraz yürüyelim Salih!"


dedi... Ölümü çok yakından tanıyan iki subay, ağaçların altında yürümeye başladılar. İkisinin de ağzını bıçak açmıyordu...


 


“Türk millî hareketi düşmanı kesin yenecektir!"

20. yüzyıla girerken Fransa'nın en etkili gazetelerinden "Le Temps"in ünlü bir çalışanı vardı: Georges Gaulis.
1896'da eşi Berthe ile birlikte İstanbul'a gelmişti. Osmanlı İmparatorluğu konusunda en iyi, en tarafsız haberleri yapan gazeteci olarak tanınıyordu.

1912'deki Balkan Savaşı'nı da izleyen Gaulis, yakalandığı hastalıktan kurtulamayıp öldü ve Feriköy'deki Katolik Mezarlığı'na gömüldü.
Nöbeti, Türk dostlarının Berta diye çağırdıkları, karısı Berthe devraldı.

Berthe Georges Gaulis, Birinci Dünya Savaşı'nda zorunlu olarak İstanbul'dan ayrılmıştı. Berthe, Kurtuluş Savaşı'nın başladığı günlerde, 21 Eylül 1919'da, çok sevdiği İstanbul'a tekrar geldi. Fransa'ya döner dönmez yazdığı kitapta, o günlerin Türkiye'sini ve Kurtuluş Savaşı'nı anlattı:

"1921 Nisanı, Türklerin geri aldıkları Bilecik, bir felaket ve acılar diyarı. Koku dayanılmayacak kadar fazla. Henüz dumanı tüten bu taş yığınları altında, kim bilir ne kadar insan cesedi gömülü. Buradaki tahribatın büyüklüğü korkunç. Bilecik ve Küplü'de büyük facialar olmuş. Buraların ahalisinden sağ kalanlar, büyük bir bunalım ve heyecan içinde. Tecavüze uğramamış genç bir kız veya kadın kalmamış. Bilecik dünden kalma bir Pompei adeta. Her yer kül, is ve kurum içinde... Sık sık dinamitin tahribatını gösteren taş yığınlarına rastlıyoruz. Biraz ötede, kızını kurtarmak isterken, kafasına taşla vurularak öldürülmüş bir ihtiyarın mezarı.
 Yapılan toptan imha işleminden her şehir ve kasaba payına düşeni almış. Bazen bir bahçe, çiçek açmış birkaç ağaç, bir meydan, bir çeşme, yapılanları hatırlatmaya yetiyor. Saatlerce bu harabeleri gezdik.
Her Yunan taarruzu, Anadolu halkına çok acı bir ders olmuş. Düşmanın yaptıkları karşısında vatanseverlik duyguları uyanarak şahlanmış, 'Ölürsem hiç olmazsa ailem ve vatandaşlarım İçin öleyim' diyerek mücadeleye katılmışlar. Bu günlerde, İnegöl'deki Türkler kasabalarına gelen Yunan askerlerine baltalarla karşı koymuşlar ve onlar da çareyi kaçmakta bulmuşlar..."

Berthe Gaulis, kitabının önsözünde de şunları yazmıştı;


"Ankara'dan 10 Mayıs 1921 'de, Türk milliyetçiliği konusundaki bu kısa incelememin basımevini boyladığı sıralarda ayrıldım. 1921 yılının Ağustos ayı sonlarında, Anadolu'daki savaş en sert ve acımasız bir biçimde sürüyordu...
Türk millî hareketi düşmanı kesin yenecektir. Çünkü o hareket yüksek bir ideale dayanıyor;
çünkü bu hareketi yönetenler kendi şahsî çıkarlarını unutmuşlardır; çünkü onlarda büyük bir ruh ve iman var..."







“Hadi bre çorbacı, karavanaya yetişelim!"

İşgalcilerden İnsanlık dışı, askerlik dışı bu kadar baskı gören Anadolu çocuğu, yine efendiliğini bozmamış, bir "Çılgın Türk" olarak onurlu davranmayı elden bırakmamıştı.
 Halide Edip, Ruşen Eşref Ünaydın ve Binbaşı Kemal, Adala'ya (Manisa'da bir ilçe) yetişmeye çalışıyorlardı. Altı ayda bile geçilemez denilen Yunan hatları yarılmıştı. 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Savaşı kazanılmış, Yunan ordusunun büyük bölümü imha edilmiş, başta Trikopis, çok sayıda komutan, subay ve asker esir alınmıştı. Binbaşı Kemal şoföre bağırdı:

"Dur!"


Binbaşının dikkatini, esir bir Yunan subayını cephe gerisine götüren asker çekmişti. Mehmetçik yayan, esir subay eşek üzerinde gidiyorlardı. Mehmetçik Binbaşı Kemal'i selamlarken, Yunanlı subay eşekten inmişti.


"Kim bu?"

"Esir komutanım!"
"Nereye götürüyorsun?"
"Geriye. Alay karargâhına!"
"Ulan sen bunun seyisi misin, hizmet eri misin? Hayvana sen bin, o yürüsün!"
"Hiç olur mu komutanım? O şimdi ocağından kopmuş bir gurbet adamı. Misafir ve bana emanet."

Binbaşı, titreyen sesine hâkim olmaya çalışarak şoföre bağırırken gözlerinden yaşlar akıyordu:


"Yürü oğlum, gidelim."

Araba uzaklaşana kadar selam duran Mehmetçik, Yunan subayına eşeğe binmesi için işaret ederken söyleniyordu:

"Hadi bre çorbacı. Akşam karavanasına yetişelim. Aç kalma."


Ölümün, gencecik insanları hiç duraksamadan verdiği bir emirle ölüme göndermenin ne olduğunu, onun gibi hiç kimse bilemezdi.
Yıllar önce, bir ağustos sabahı gün doğmak üzereydi.
"O", siperler boyunca yürürken, son emrini verdi:


"Elimdeki kırbaca bakın. Kırbacı kaldırdığımda hazır olun.
Kırbacı aşağı indirdiğimde hücuma kalkılacak. Asker...! Sana ölmeyi emrediyorum! "


Kırbaç kalktı, kırbaç indi... Mehmetçik süngü hücumuna kalktı.
Artık sadece tek bir ses duyuluyordu...

Allah, Allah, Allah, Allah.
9-10 Ağustos 1915 sabahında gün batmadan süngü hücumuna kalkan Mehmetçik, Anafartalar'da düşmanı bitirmişti.
Mehmetçik'ten ölmesini isteyen komutan, Anafartalar Grup Komutanlığı'na 67 saat önce atanan Yarbay Mustafa Kemal'di.


Arkadaşlarıyla birlikte 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktığında, generaldi Mustafa Kemal. Sonra üniformasını çıkardı.
Yıllardır savaşan, gencecik evlatlarını şehit veren; yorgun, bitkin, yılgın ve ümitsiz, ama sonsuz dirençli insanların yaşadığı topraklarda, Anadolu topraklarında, kimsenin kolay kolay göze alamayacağı bir kalkışmayı başlattı. Tek güvencesi, çöken imparatorluğun tüm kahrını çekmesine karşılık, pek de kıymeti bilinmeyen Anadolu insanıydı. Askere yolcu ettiği son oğlunu birliğine teslim ederken;


"Bizim köyün mezarlığına elli yıldır delikanlı gömülmedi oğul. Vatan sağ olsun da hepimiz ölelim ne çıkar?"


diyen Söğüt'ün Akgünlü köyünden Mehmet oğlu Hüseyin'in anası gibi insanlardı güvendiği.

Bandırma Vapuru'ndan Samsun'a ayak basan ilk 18 kişiyle başlayan "Tam Bağımsız Anadolu" hareketine, zaman içinde tüm Anadolu halkı katıldı. Genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle ve yorgunluklarım, yılgınlıklarını, bıkkınlıklarını, ümitsizlerini artlarında bırakarak kavgaya girdiler.

"Asırda onlar yendi, onlar yenildi.

Çok sözler edildi onlara dair ve onlar için, zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur, denildi.”

Mustafa Kemal, Samsun'a gitmeden önce, Bekir Ağa Bölüğü'nde tutuklu bulunan Fethi Bey'i görmeye gittiğinde,
'"Ne biz bu durumda kalacağız, ne de ülkeyi bu durumda bırakacağız." derken,
işte bu "zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olmayanlara” güvenmişti.

Anadolu'nun bağımsızlığı kavgasına girenlerden bazılarının yolları, sonraki yıllarda Mustafa Kemal'le ayrılmış bile olsa, onlar "Çılgın Türkler"di. Çılgın olmasalar, boyunlarında idam fermanı varken, hangi akla hizmet bir ulusun kurtuluş kavgasını başlatabilirlerdi?





"Kuvva-i Millîye adı altında çıkarttıkları karışıklık"

24 Mayıs 1920 tarihinde, Padişah Vahdettİn'in onayladığı, Sadrazam Damat Ferit Paşa'nın imzaladığı bir İradei Seniyye (Padişah Buyruğu) yayınlandı:

"Kuvva-i Milliye adı altında çıkarttıkları karışıklık ve Anayasa'ya aykırı olarak halktan para toplamak, askere almak, bunun aksine hareket edenlere işkence ve eziyet ederek kentleri yıkmaya kalkışmak suretiyle iç güvenliği bozanların düzenleyicisi ve kışkırtıcısı oldukları iddiasıyla haklarında dava açılan, Üçüncü Ordu Müfettişiliği'nden uzaklaştırılıp askerlik mesleğinden çıkartılmış bulunan Selanikli Mustafa Kemal Efendi, eski 27. Fırka komutanı emekli Miralay Kara Vasıf Bey, eski 20. Kolordu komutanı Mirliva Salacaklı Fuat Paşa ile eski Washington elçisi ve Ankara milletvekili Salacaktı Alfred Rüstem ve eski sağlık müdürü İstanbullu Dr. Adnan Bey ile Üniversite Batı Edebiyatı eski öğretmeni İstanbullu Halide Edip Hanım'ın; açıklaması 11 Mayıs 1920 tarih ve 20 sayılı hüküm tutanağında yazılı olduğu üzere; Mülkiye Ceza Yasası'nın 45. maddesinin 1. fıkrasının yollamasıyla, 55. maddenin 4. fıkrası ve 56. maddesi uyarınca sahip oldukları askeri ve sivil rütbe ve nişanlarla her türlü resmi unvanlarının kaldırılmasına ve idamlarına, bu durumda kaçak bulunmaları nedeniyle mallarına el konulmasına dair İstanbul Birinci Sıkıyönetim Savaş Divanı'nca arkasında verilen hüküm ve karar ele geçirildiklerinde yeniden yargılanmak koşuluyla onaylanmıştır. Bu buyruğu yürütmeye Savaş Bakanı görevlidir."

Ve bir şafak vakti...

Kimisinin boynunda idam fermanı vardı, kimisinin ayağı çıplaktı.
Kimisi yorganı bebesinin değil top mermilerinin üzerine örtmüştü, kimisi son nefesinde "Ölene kadar cepheyi tutun" emri vermişti.
Anadolu'nun bahtı  Onlar,


“bir şafak vakti karanlığın kenarından 
ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman..."
değişti. "O" ve bize bugünleri veren tüm "Çılgın Türkler"i yüreğimizden gelen saygı ve sevgiyle anıyoruz.
İyi ki çılgındılar...



Kurtuluş Savaşı'na giden dikenli yollarda

Gözlüğünün arkasından gülen gözlerle bakıyordu.
Ancak, iş "Çılgın Türkler"e geldiğinde değişiyordu bakışları Turgut Özakman'ın.
Bir başka parlıyordu o gözler ve bir başka tonla cevaplıyordu sorularımızı.
Tutkuluydu "Çılgın Türkler"e, heyecanlanıyordu anlatırken ve nasıl bir hayranlık duyduğu sesine yanşıyordu.
Biz Focus ekibi için, çok güzel bir sohbetti.


-1919'da Samsun'dan yola çıkanlar, bağımsızlık yolunda ilerlerken çok engelle karşılaştılar.
Neydi bu engeller?

"Vatan kavgası görmemiş ki Anadolu halkı, hele hele Ege! İşgal nedir bilmiyor ki...
Fazla bir kötülük görmüyorsa, bir dostluk dahi kurabiliyor. İster istemez kaçınılmaz bir birliktelik olabiliyor.
Korkutucu olan o değil. Yunan ordusuyla işbirliği yapan var. Yunan ordusu çekilirken milliyetçilerle birlikte olmamak için onların peşine takılıp Yunanistan'a kaçan birçok insanımız var. Yunanlılara kılavuzluk yapan Müslüman Türkler var. Bunun oranı o zamana göre korkutucu değil, ama mide bulandırıyor tabii...
Adam millet, vatan eğitimi almamış. Bilinçli değil. 600 yıl kulu olduğu padişah var savaşmasını istemeyen. Ankaralı Mustafa Kemal'in askerlerine karşı durmanızı İstiyorsa ve şeyhülislam bunların öldürülmeleri için fetva veriyorsa...
Bu uğurda ölenlerin şehit, yaralananların gazi olacağı söyleniyorsa, İngiliz altını dağıtılıyorsa, yani cahillik sömürülüyorsa, bu insanlar isyan ederler. Bolu, Yozgat, Konya isyanları... Bir avuç insan. Ama, o zaman biz o kadar güçsüzüz, askerimiz o kadar az ki! Günler, aylar sürüyor bazılarını ortadan kaldırmak. Olay o!"

Bir gerçeğe daha dikkat çekiyor Özakman:


"Zaman içinde de olsa, kadını erkeği, genci ihtiyarı el vermeseydi, 150 bin kişilik bir ordu nasıl kazanırdı savaşı? 150 bin kişilik orduyu, en az 150 binlik ikmal ordusu destekler. 300 bin kişi eder. Bu sadece Batı Cephesi'nde. Bunun doğusu, kuzeyi, güneyi var. Bu da 400 bin kişi demek. Halk desteklemiyorsa, 400 bin kişilik bir ordu kurulamaz. Bu yüzden, halk başlangıçta karşısında olmasa bile, yanında da değildi. Doğal bu. Korku! Erkek kalmamış! Askerleri şehit olmuş orada kalmış; sağ kalanı ya eşkıya olmuş dağa çıkmış, ya da henüz esir, geri dönmemiş... Ne beklenebilir ki?"Anadolu insanına dil uzatanlara, bilmeden konuşanlara çok kızgın Turgut Özakman:
"Yunan gelmiş İzmir'e çıkmış, binlerce insanı öldürmüş. Sakarya'nın kenarındaki çaresiz, elektriksiz, yolsuz, öğretmensiz köy bunu duymamıştır bile. Onun için Türk halkına yöneltilen benzer birtakım iddiaları okuduğum zaman içim cız ediyor. Yani Yunanlı İzmir'e çıktığı gün Anadolu ayaklanacak, herkes silahlanacak... Yahu zaten o gün biterdi iş. Yani böyle bir millet var mı? Fransızlar İkinci Dünya Savaşı'nda Paris elden gittikten sonra, yavaş yavaş düşünmeye başladılar karşı koymak için. Yunan İzmir'e çıktıktan sonra, Denizli müftüsü, 'Size fetva veriyorum. Silahı olmayan hiç olmazsa yerden üç taş alıp düşmana atsın!' diyor"

Ulusal bilincin bir başka fikir adamı, şair, edebiyatçı, gazeteci ve senarist Attila İlhan’ın cenaze töreninin ardından oturmuştuk Turgut Özakman ile sohbete. Atilla İlhan'dan esinlendik ve sorduk
 "Hangi batı?" diye:"Batının bize dönük, tüm dünyaya dönük bilim ve sanatla ilgili temiz bir yüzü var. Bir de sömürgeci, emperyalist, kandırıcı, pis bir yüzü var. Yalnız güzel yüzüne mağlup olup da, pis yüzünü hazmetmemize imkân yok. Türkiye, batının bu pis yüzünü çok yakından gördü. Ya kendi yaptı bu pisliği ya da birilerini paralı asker olarak tuttu, onlara yaptırdı. Onun için biz, emperyalizmin ne olduğunu bilmeyenlere ders verebilecek bir ülkeyiz. Ama Türkiye'de de ne yazık ki emperyalizm, bir sol terimdir diye söylenmez oldu."
KaynakFocus Aralık 2005 sayısından alınmıştır. Bazı resimler yazıya eklenmiştir.

8 Mart 2010 Pazartesi

Kargocu Kız (Lütfen okuyun ve okutturun!)

Share
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi ve eski milletvekili Doçent Dr.Bahriye Üçok, 6 Ekim 1990'da Ankara'daki evine gönderilen bir kitabın içine yerleştirilen bombanın patlaması sonucu yaşamını yitirdi. 
Üçok, İslam dininin yanlış yorumlandığını, oruç tutmanın zorunlu olmadığını, İslam'da başörtüsü kavramının da bulunmadığını savunuyordu...


Üçok suikasti yıllarca karanlıkta kaldı. Ve Mayıs 2000'de Uğur Mumcu cinayetiyle ilgili Umut Operasyonu başlatıldı.


Ankara'da yakalanan ve kendilerine 'Kudüs komandoları‘ adını veren sanıkların sorgulaması sonucu Üçok'a yönelik olay da aydınlatıldı.


'Tekin' kod adlı Ferhan Özmen'in parmak izi, Üçok'a gönderilen bombalı pakette tespit edilen parmak iziyle örtüşüyordu.


Prof. Dr. Muammer Aksoy'un 31 Ocak 1990'da Bahçelievler'deki evinin girişinde silahla, Doç. Dr. Bahriye Üçok'un 6 Ekim 1990'da evine gönderilen bombalı paketle, 24 Ocak 1993'te Uğur Mumcu'nun aracına konan bomba ile ve 21 Ekim 1999 günü de Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı'nın, otomobiline konan bomba ile öldürülmeleri olaylarını kapsayan Umut Operasyonu'na ilişkin davada, sanıklar, müebbet ve çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı


Üçok'un hayatına mal olan bombalı paket, İstanbul'da Ekspres Kargo'nun Perşembe Pazarı Şubesi'nden postalanmıştı.


Paketi teslim alan isim ise Gülay Calap adlı bir kargo görevlisiydi.


O günlerde 'Kargocu kız' olarak anılan 1970 doğumlu Gülay Calap, Doçent Üçok gibi Trabzon doğumluydu ve Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okuyordu.


İfadesinde paketi getirenlerin eşgallerini verdi, robot resimler çizildi. Ardından kayıplara karıştı.


Yıllar sonra, 16 Ocak 1994 günü ise İzmir'de Türkiye Devrimci Halk Partisi İzmir sorumlusu olarak gözaltına alındı.


Örgütün PKK'nın bir yan kuruluşu olduğu öne sürülüyordu.


Mahkeme, Calap'ı 22 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırdı.


Umut Operasyonu davasında yargılanıp mahkum olan sanıkların davaları Yargıtay tarafından 'Calap'ın mahkemede tanık olarak dinlenmemesi' nedeniyle bozuldu.


Sonra o da mahkemeye getirildi ama sanık sandalyesinde oturan kişileri teşhis edemedi.


Paketi teslim eden kişiden telefon numarası alırken yüzüne bakmıştı. 'Orta boylu, ince bıyıklı bir kişi'diye hatırlıyordu ama ''Paketi veren kişiyi bugün yakalayıp getirseler, o şahıs demem mümkün değil'' diyordu.

ŞİMDİ NEREDE?



İşte bir zamanlar 'Üçok suikastinin kilit ismi' denilen, sonra ortadan kaybolan ve ardından PKK ile bağlantılı bir örgüt nedeniyle hapse mahkum olup 12 yıl yattıktan sonra serbest kalan 'kargocu kız' bugün nerede dersiniz?
Gülay Calap, DTP'nin 8 Kasım 2007 günü yapılan kongresinde, önce Parti Meclisine, sonra MYK'ya seçildi.


Şimdi ise DTP Genel Başkan Yardımcısı...


Üçok suikastindeki 'kargocu kız' tam 17 yıl sonra DTP kongresinden çıktı. Hem de partinin yöneticisi olarak...


Bu da bir garip Türkiye tesadüfü...
Açılım isteyenlere ithaf olunur! 
»Uyuma, uyutturma, uyandır!

7 Mart 2010 Pazar

BARACK'ına kurban!

Share
Obama Anıtkabir’e gelmeden önce, Misak-ı Milli kulesine oda parfümü sıkıldı. Çankaya Köşkü’nde dip köşe temizlik yapıldı.

Cumhurbaşkanımız, vişneli yaprak sarması, peynirli suböreği, içliköfte, tava lagos, deniz börülcesi, enginarlı mantı, limon kremalı safran sosu gezdirilmiş fıstıklı baklava, nevzine ve kaymaklı ayva tatlısı ile Kayseri mutfağında önemli yeri olan Corvus Teneia ve Sarafin Cabernet Sauvignon şarapları ikram etti. TBMM’ye geçen Obama’ya TBMM başkanımız lokum tattırdı, turkuaz çini tabak hediye etti. Ayakta alkışlayan milletvekillerimiz, el sıkışmak için kuyruğa girdi. AKP milletvekili, eşinin yazdığı kitabı hediye etti. İstanbul’a geçen Obama’ya, Dolmabahçe Sarayı Müsabihan Köşkü’nde Türk sanat musikisi dinletisi sunuldu. Obama, gece boyunca başbakanımızın elini bırakmadı, duygulu anlar yaşandı. Sultanahmet Camii’ne girerken ayakkabılarını çıkaran Obama, Ayasofya’ya girerken sütunun kenarında oturan kediyi okşadı. Ayakkabılar ve kedi, canlı yayına çıkarıldı. Ayakkabıların 45 numara, “Gli” isimli mübarek kedinin de şaşı olduğu ve daha önce Ayasofya’yı ziyaret eden Papa tarafından okşanarak kutsandığı ortaya çıktı. Tophane-i Amire’de üniversite öğrencilerine konuşan Obama, sanki beş vakit namaz kılıyormuş gibi, “Ezandan önce bitirelim” dedi, çok takdir edildi.
*
Konyalı kunduracı, Obama’ya özel ayakkabı imal etti, “Seçimi kazanırsa bir çift ayakkabı göndereceğim diye kendi kendime söz vermiştim” dedi. Adanalı kebapçı, 5 koyun keserek yaptığı 5 metrelik kebabı kargoyla Beyaz Saray’a gönderdi. Ceyhanlı bakkal, Obama’nın kızlarına Cooker cinsi yavru köpek hediye etmek istediğini açıkladı. Sivas daha atik davrandı, Kangal gönderildi. Bartınlı ev hanımı, first lady Michelle Obama’ya tel kırma işlemeli şal postaladı. Zonguldaklı bir vatandaş, Devrek bastonu hediye etti. Van’ın Gürpınar İlçesi’ne bağlı Çavuştepe Köyü’nde 44’üncü başkan Obama onuruna 44 kurban kesildi. Davul-zurnayla halay çeken Çavuştepe sakinleri adına basın açıklaması yapan Abdülkerim Kulaz, “Her zaman arkasındayız” dedi. Abdülkerim Kulaz, Obama’nın çocuklarına bi gözü mavi, bi gözü sarı Van kedisi hediye edeceklerini de söyledi. Obama’nın ninesinin Kogelo köyünden hemşerileri olan ve Kayseri’de imam hatip lisesine devam eden Kenyalı öğrenciler, canlı yayına çıkarıldı, “Türkiye sizinle gurur duyuyor” diye omuzlara alınarak, baklava yedirildi. Samsunlu yerel sanatçı, özel beste yaptı ve üzerinde “Mister Obama” yazılı kemençeyi ABD Büyükelçiliği’ne bıraktı. Vezirköprülü el sanatları öğretmeni, Obama ailesine seccade, yemeni ve Osmanlı yeleği postaladı. Beyşehirli balıkçılar, Obama’ya 6.5 kilo sazan gönderdi. “İyi güzel de, bu balıklar yolda kokmaz mı?” sorusu üzerine açıklama yapan Beyşehirli balıkçı Mehmet Sezen, “Hiç bi şeycik olmaz, strafor kutularda buzlayarak yolladık” dedi. Uzaylı sanatçımız Mustafa Topaloğlu, “Hello Obama, hoş geldin başkanlığa, durdur bu savaşları, bitsin artık gözyaşları, geri getir umutları” klibini yayınladı, hit oldu.
*
Müstahak birader...
Müstahak


Kaynak : http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/14031450.asp

Çıkarın zırhınızı!

Share Yargıtay Başkanı Gerçeker, yargı reformu ardında gizlenen tehlikeye karşı kamuoyunu uyaran bir konuşma yaptı.

YARSAV panelinde “Yapılmak istenen düzenlemelerle yürütme yargıyı daha da kuşatma altına almak istiyor” dedi.

Gözleri ideolojik inatla körleşmiş insanlar bu gerçeği maalesef göremiyor.

Yargı üstündeki idari vesayeti kaldırmanın yolları belli. Ama iktidar reform paketine bu öneriler yerine yargıyı iktidara daha bağımlı hale sokacak düzenlemeler koymak peşindedir.

Yargıtay Başkanı Gerçeker demokratik laik, sosyal hukuk devleti olmanın temel güvencesinin bağımsız yargı olduğunu reform diye dayatılan değişikliklerin ise Cumhuriyet’i bu güvenceden yoksun bırakacağını belirtiyor.

AKP demokratik meşruiyet bahanesi ile yüksek yargı kurumlarına üye atamak peşindedir. Bağımsız bilim çevreleri ve siyasi muhalefet haklı olarak buna itiraz ediyor.

Batılı ülkelerde AKP’nin dediği gibi hükümetin ve meclisin yüksek yargıya üye seçtiği modeller yok mu?

Var ama onların hiçbirinde demokratik rejim iktidardan veya meclisten gelen bir tehdidi yaşamıyor.

Şartımız var...

Bizde yasama ve yürütme erklerini laikliğe karşı eylemlerin odağı olmaktan hüküm giymiş bir parti hukuk ve ahlâk sınırlarını zorlayarak kontrol ediyor.

Meclisteki üye sayısından daha fazla dokunulmazlık dosyası adaleti bekliyor.

İktidar ve dokunulmazlık sayesinde ayakta duran milletvekilleri, ileriyi düşünerek, eninde sonunda hesap verecekleri mahkemeleri kendileri seçmek isteyebilirler.

Ama bize bunu “reform” diye yutturmaya kalkmasınlar!

Nitekim Yargıtay Başkanı dün nazikçe bu oyunu deşifre etmiştir. Yüksek yargı kurumlarına yargı dışından, üstelik hükümet ve meclis tarafından üye atanması dayatmaları için “Bugün için gerekliliği ve önceliği bulunmamaktadır” dedi.

Peki yarın için düşünülebilir mi?

Geçen gün bu sütunda kendi hesabımıza cevapladım bu soruyu “şartlı evet” diyerek.

Öncelik, demokratik altyapımızı Batı’daki standartlara ulaştırmaktır. Onun birinci şartı da milletvekili seçilme yeterliliğini düşürecek ağırlıktaki suçlarla suçlanan siyasetçilerden kaderimizi belirleme yetkisini geri almaktır.

Bu olsun, o zaman tekrar düşünürüz!

Nasıl güveniriz?

Ulusal iradenin oluşumuna internet benzersiz bir hız ve güç kazandıracak.

Dün dolaşımdaki bir “mail”e “beyanname” niteliği kazandıracak heyecanın ışığını gördüm.

Vatandaş dokunulmazlığa bağımlı milletvekili, siyasetçi istemiyor.

Başbakan “Dokunulmazlık herkes için kalksın, o zaman razıyız” demişti yıllar önce.

Olaylar Başbakan’ı yalanladı.

Rektörlerin, generallerin, birinci sınıf hâkim ve savcıların bile hesaba çekildiğini tutuklanabildiğini öğretti bize uygulamalar.

Artık herkes gördü:

Türkiye’de herkese dokunuluyor. Yalnız siyasetçilere ve onların kirli işlerine alet olan bürokratlara dokunulamıyor.

O bürokratları korumaları da iyilik değil egoizmdir: Çünkü mahkemede emir aldıkları siyasetçiyi ele verebilirler!

Millet iktidara bağırmalıdır artık:

“Bahaneniz kalmadı. Herkese dokunulduğuna göre siz de çıkarın bu ahlâk dışı zırhı üstünüzden. Hesap verin, aklanın, öyle gelin!”


Güngör Mengi/ 06.03.2010
gmengi@gazetevatan.com

6 Mart 2010 Cumartesi

Bunu Okumayın!

Share
Savcı Cihaneri apar topar aldılar, adliye bastılar, evini aradılar.

Günlerdir gelişen olaylar zinciri neticesinde devlet krizi bile çıktı.

Konuyu ve gelişmeleri az çok herkes bildiği için bu kısımlara çok girmeyeceğim.

Peki asıl neden neydi?

Gerçekten başsavcı bir cemaat yapılanması hakkında yürüttüğü araştırma nedeniyle mi cezalandırılıyordu?

Hayır, gerçekler şunlar:

* AKP, olayın cemaat üzerine giden bir başsavcının kendileri tarafından cezalandırlıyormuş görüntüsünden memnun.
* AKP, olayın Ergenekon davası vb. konularla ilişkilendirilmesinden ve siyasi bir olaya dönüşmesinden memnun. Bu sayede konunun aslı hiç araştırılmıyor, çünkü tribünler dolu, herkes maça odaklanmış durumda.
* AKP, olayın bir yüksek yargı çatışmasına dönüşmesinden memnun. Çünkü AKP-Asker, AKP-Yargı, AKP-AdınıSenSöyle tartışmalarının hepsinde mağdur, mazlum rolünü kimselere kaptırmıyor. Bu süreçlerde basın yoluyla sürekli kurumlar yıpratılıyor.

Olayın gerçek sebebi ne olabilir?

Erzincan altın, gümüş ve diğer değerli metal varlıkları açısından çok zengin bir bölge. Sadece altın rezervinin ilk yapılan çalışmalarda bugünkü değerle 3milyar dolar (yaklaşık 80 ton) olduğu söyleniyor. Bu rakam uzmanlara göre ancak devede kulak.

Erzincanın İliç ilçesinde altın madeni ruhsatı alan şirket tahmin edin kim?

Sürpriz yok: Çalık Maden.

Hani Holdinginin genel müdürü var ya, Başbakanın damadı. İşte o şirket.

Ortağı kim?

Sürpriz yok: Anatolia Minerals.

İsmi Anatolia Minerals ama bir Kanada şirketi. İlginç değil mi? Kanada şirketinin adı Anadolu Madencilik.

Ortakları kim dersek yine sürpriz yok: Ahmet Çalık. Artık Türkiyede her taşın altında aynı ismi görmek mümküm.

Çalık Holdingin maden konusundaki stratejik ortağı Ahmet Çalıkın da member of boardda olduğu AMDL grubu. AMDLnin açılımı Anatolian Minerals Development Limited.

Kim bu AMDL diye sorarsak karşımıza yine sürpriz olmayan bir global şirket çıkıyor: Rio Tinto.

Rio Tinto ismi yabancı değil, dünyada daha çok çevre katili olarak anılıyor. Kısaca Rio Tinto, 200 milyar dolarlık bir şirket, yaklaşık yarısının sahibi UK asıllı.

Ayrıca geçtiğimiz yıl Çinde bu şirketin 5 yetkilisi fesat ve casusluk suçlamasıyla (corruption and espionage) tutuklandı.

Rio Tintonun büyük hissedarı Rothschild ailesi. İşte bu da hiç sürpriz değil.

Rothschild ailesi 16. yüzyıldan beri avrupanın en köklü ailelerinden biri. Bankacılık ve finans piyasasında neredeyse her büyük şirketin ardında bu aileden biri var. Pek tabii ki Rothschild ailesi Musevi kökenli.

İki büyük dünya savaşını da bu ailenin çıkardığı söyleniyor. Şaka gibi ama gerçek.

Bu aile son 250 yıldır dünyanın en güçlü odağı, şu anki servetleri 10 triyon dolar civarında, yön verdikleri para büyüklüğü ise bunun en az iki katı. HSBC Bank, J.P.Morgan-Chase, De Beers, Rio Tinto, Aviva, Citigroup, Exxon-Mobil, Chevron…

"Un Rothschild qui nest pas riche, pas juif, pas philanthrope, pas banquier, pas travailleur et qui ne mène pas un certain train de vie, nest pas un véritable Rothschild." (Edmond de Rothschild)

"Bir Rothschild; zengin, musevi, banker ve hayata yön veren bir işadamı değilse, gerçek bir Rothschild değildir." (Edmond de Rothschild)

Yani bizim savcı yaş tahtaya basmış.

Savcının Çöpler köyündeki Çalık ve Anatolia Minerals ortaklığına ait Çukurdere Madencilik Şirketi konusunda yaptığı araştırmalar konuyu buralara getirdi.

Anlayacağınız bizim savcının tek suçu Erzincanda görev yapıyor olması.

BDP Milletvekillerinden Avrupa'da Yapılan PKK Operasyonlarına Tepki

Share 'Avrupa'yı üşütürüz'
ŞIRNAK'taki Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) İl Kongresi'ne katılan Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan, terör örgütü PKK'ya karşı Avrupa'da yapılan operasyonları eleştirdi.

Kaplan, Ortasya, Rusya, Azerbaycan ile Ortadoğu'dan gelecek petrol ve doğalgaz hatlarının `Kürdistan' olarak nitelendirdiği bölgeden geçeceğini belirterek, "Dünya ile Kürtler barışık olmadığı müddetçe o petrolü, o gazı alamaz. Bu onurlu halk Avrupa'yı üşütür" dedi. BDP Van Milletvekili Özdal Üçer, Abdullah Öcalan'ın ve dağların özgür olacağıyla ilgili umutlu olduklarını söyledi.

Şırnak Belediyesi Düğün Salonu'nda yapılan BDP İl Kongresi'ne BDP Şırnak Milletvekilleri Sevahir Bayındır ile Hasip Kaplan, Van Milletvekili Özdal Üçer, bölgedeki belediye başkanları ve partililer katıldı. Kongrede konuşan BDP Şırnak milletvekili Hasip Kaplan, enerji ve barış kelimelerinin yan yana geldiği her zaman Kürtler'e karşı operasyonların geliştirildiğini savunarak, şöyle dedi:

"Dikkat edin Kürtler'in barışa en yakın olduğu, barış mücadelesini yükselttiği zamanlarda Avrupa ve Amerika'dan saldırılar başlamıştır. 1999-2004 yılları gerillanın sınır dışına çekildiği dönemdir. Ama ABD ve AB PKK'yı terör listesine alıyor. Öncesinde listeye alınmıyor. Ne zaman barış ve çözüm konuşulacak olsa böylesi saldırıların gelişmesi dikkat çekicidir. Belçika'da Kürt kurumları ve Roj TV'ye yapılan saldırının ABD'deki Ermeni Soykırımı Yasa Tasarısı'yla aynı güne denk getirilmesi tesadüf değil. Brüksel'de bürolarımızı basanlara 2 çift sözümüz var; Geçmişlerini hatırlatırız. ABD'nin Kızılderililere karşı, İtalya'nın, Fransa'nın tarihte yaptıkları katliamları hatırlatırız. Kürt halkının tarihinde böyle bir şey yoktur. Orta Asya'dan Rusya'dan, Azerbaycan'dan, İran'dan Ortadoğu'dan gelecek olan petrol ve doğalgaz hatları Kürdistan üzerinden geçmek durumundadır. Dünya ile Kürtler barışık olmadığı müddetçe o petrolü, o gazı alamaz. Bu onurlu halk Avrupa'yı üşütür."

"SAYIN ÖCALAN'IN VE DAĞLARIN ÖZGÜRLÜĞÜNÜ GÖRECEĞİZ"

BDP Şırnak milletvekili Sevahir Bayındır ise, kendilerine yönelik olarak düzenlendiğini öne sürdüğü operasyonlardı `saldırılar' olarak nitelendirirken bunları kınadıklarını söyledi. Bayındır, "Bu saldırıları kınıyor ve diyoruz ki dünya birleşse özgürlük iradesini kıramaz" dedi.

BDP Van milletvekili Özdal Üçer ise, Türkiye'de referandumun tartışıldığını, en büyük gücüh Kürtler'in elinde olduğunu savunurken, "AKP `Açılım' adına ikiyüzlü siyaset yapıyordu `Bugün Anayasa'yı değiştireceğim' diyor. Kürt halkından destek alıp kendini meşrulaştırmak istiyor. Cezaevlerindeki arkadaşlarımız siyasal temsilcileri, siyasi parti kanunları değişmeyene kadar Kürtler AKP'ye oy vermeyecektir. Bunu bilmelidirler. Umutluyuz sayın Öcalan'ın özgürlüğünü de dağlarımızın özgürlüğünü de göreceğiz" dedi.

www.gazetevatan.com
06.03.2010

5 Mart 2010 Cuma

"Ağustos böceği ve karınca" hikayesini, 3 ülkeye göre 3 farklı şekilde yazmışlar.

Share "Ağustos böceği ve karınca" hikayesini, 3 ülkeye göre 3 farklı şekilde yazmışlar.

Çin versiyonu
 

Karınca bütün yaz çalışır evini, yiyeceklerini hazır eder.
Ağustos böceği de yan gelir yatar ve karıncayla alay eder, vur patlasın çal oynasın yazı geçirir.
Ve kış gelir...
Karınca sıcacık yuvasında karnı tok bir şekilde kışı geçirirken, ağustos böceği açlık ve soğuktan iki gün sonra ölür.


Fransa versiyonu
 

Karınca bütün yaz çalışır evini, yiyeceklerini hazır eder.
Ağustos böceği de yan gelir yatar ve karıncayla alay eder, vur patlasın çal oynasın yazı geçirir.. Ve kış gelir...
Karınca sıcacık yuvasında karnı tok bir şekilde sıcacık kışı geçirmeye hazırlanırken kapı çalar.  

Bakar elinde bavulu ağustos böceği;
- N'aber aptal komşum?, Ben kışı geçirmek için Karaib Adaları'na gidiyorum da, bir isteğin var mı sorayım dedim. Hadi bana eyvallah.


Türkiye versiyonu 

 
Karınca bütün yaz çalışır evini, yiyeceklerini hazır eder.
Ağustos böceği de yan gelir yatar ve karıncayla alay eder, vur patlasın, çal oynasın yazı geçirir. Ve kış gelir...
Karınca sıcacık yuvasında karnı tok bir şekilde kışı geçirirken, ağustos böceği bir basın toplantısı düzenleyerek, "Etrafta onca aç ve üşüyen varken, karıncalar nasıl bir vurdum duymazlıkla sıcacık yuvalarında yaşayabiliyorlar" diye olayı kamuoyunun vicdanına sunar.
ATV, KANAL D, STAR, HABERTÜK, SHOW ve bir çok gazete zavallı aç ve açıktaki ağustos böceği ile karnı tok sırtı pak karıncanın resimlerini yan yana yayınlayarak tarafları tartışmaya davet eder.
Türkiye olayın sokunu yasamaktadır.
Nerededir bu devlet?
YBKD (Yeşil Böcekleri Koruma Derneği)'nden bir temsilci VAKİT, AKİT, ZAMAN, YENİŞAFAK, SAMANYOLU, 24, ÜLKE TV'ye giderek 30 yıldır çektikleri sefaletin tek nedeninin sırf yeşil renkli olmalarından kaynaklandığını anlatır.

Dünyanın en tanınmış Nobel adayı, yazarımız Orhan PAMUK ve tanınmış aydınlarımız olayı Avrupa düzeyinde protesto ederek Türkiye'yi kınarlar.
Konu Bakanlar Kurulu'nda tartışmaya açılır ve Başbakan TGRT VE SAMANYOLU TV'ye verdiği özel demecinde "Daha önceki hükümetler tarafından bunca yıldır sorunları göz ardı edilen değerli ağustos böceği kardeşlerimizin bundan böyle huzur ve refah içerisinde yaşamaları için gerekenler yapılacaktır" der.

Diğer yandan Reha MUHTAR karıncayı canlı yayına çıkararak, "Ey karınca!, kendi reklamını yapmak için zavallı bir ağustos böceğinin içler acısı durumundan yararlanmaya utanmıyor musun?" diye bir güzel haşlar.

Ertesi akşam TEKE TEK'te ise "Ağustos böceğinden yürüttüğün para ve yiyecekleri nerede akladın, öt çabuk" diye Fatih ALTAYLI' dan bir güzel dayak yer.

TARAF bundan talimat üzerine bir haber yapar. "Bunun tek suçlusu TSK...",

"... belgeli Böcek Harekâtı / Senaryosu / Sendromu / Fiyaskosu / Cuntası / İhtilali / Planı /..." diye , balon uçurur.

Karınca en sonunda çareyi yurtdışına kaçmakta bulur.
Ve Ağustos Böceği onun evine yerleşir, yiyeceklerine konar, eşyalarının üzerine yatar ve refah içerisinde gül gibi yaşar gider.