19 Ocak 2011 Çarşamba

Aksırıncaya, Tıksırıncaya Kadar Gerçek

Share
-
-
-

SÜHEYL BATUM
Cumhuriyet 17.01.2011
SÖZDEN YAZIYA


Aksırıncaya, Tıksırıncaya Kadar Gerçek

Galatasaray’ın yeni stadı Türk Telekom Arena’nın açılışı, bir gerçeği açıklıkla ortaya koydu: Türkiyede, birbirinden farklı iki Türkiye yaratılmak istendi.

Bunlardan birincisi gerçek Türkiye. Bunda normal insanlar var; yaşayan, çalışan, işi olan, işi olmayan, yaşamın gaileleri ile uğraşan insanlar. Bu gerçek Türkiye’deki insanlar, beğenirlerse beğeniyorlar, kızarlarsa kızıyorlar, alkışlıyorlar, yuhalıyorlar. Yani gerçek’ler.

Diğeri ise yalancı Türkiye. Bunda gerçek olmayan insanlar var. İktidarın yarattığı insanlar, her şeyi ile, kanı ile, canı ile, midesi ile iktidara bağlı insanlar. Ve onların Türkiye’si. O Türkiye’nin içinde, iktidar temsilcileri var. Kendilerine liberal diyen, sözüm ona aydınlar var. Hani yandaş denilen aydınlar, yani yalancı aydınlar, gazeteler, gazeteciler. Tümü ile.

Evet iki Türkiyenin var olduğunu, birincisinin gerçek Türkiye, diğerinin ise yalan Türkiye olduğunu, Türk Telekom Arena’nın açılışında bir kez daha gördük. Birinci Türkiye, yani gerçek Türkiye, Sayın Başbakan’a ve iktidara kızmış. Bilmiyorum neden... Belki doğruları söylemediği içindir, belki aksırıncaya, tıksırıncaya kadar içtiniz be dediği içindir, belki 106 yıllık Galatasarayın, Ali Sami Yene karşılık yeni stadını yaparken, makarna, bulgur ve sadaka mantığı ile davranabileceklerinizannettikleri içindir. Ama tepkisini ortaya koydu. Böyle zanneden TOKİ Başkanı’nı yuhaladı. Başbakan’ı konuşturmadı.

Diğer Türkiye ise gerçekten de yalan Türkiye! Tabii ki iktidarı ıslıklamadığı, yuhalamadığı için değil. Tabii ki değil. Çünkü yalan Türkiye, gerçekten de yalan! Olanı anlatmıyor, olmayanı varmış gibi göstermeye çalışıyor. Kendi yandaşlarının ve iktidarın anlattığını, bize gerçekmiş gibi yutturmaya çalışıyor. Bunların dışında bir şey anlatmıyor. TOKİ Başkanı ve Başbakan ıslıklanırken, saklıyor, soyunma odaları gösteriyor. TOKİ Başkanı’nın tam bir sadaka mantığı içinde söylediklerini yutuyor, saklamaya çalışıyor. Ve gerçek Türkiye’de yaşayan insanlar yokmuş gibi davranıyor. Her zamanki gibi!

Neden mi yalan Türkiye, yalan söylüyor? Çünkü iktidarın kızmasını istemiyor. İktidarın kızmasının, onlar için çok kötü olacağını biliyor. İktidarın kızması yerine, gerçek Türkiyenin sesinin hiç duyulmaması daha iyi olur diye düşünüyor. Gerçek Türkiye’yi anlatmak kötü, bir de yandaş aydınları, gazetecileri kullandın mı, iş tamam diyor.

Nitekim hep böyle olmadı mı, olmuyor mu? Ve yalan Türkiye, her şeyi yalanlar(!) üzerine kurarken, gerçek Türkiye’nin var olduğunu hiç düşünmüyordu. Ve yalan Türkiye’nin iktidarı, sadece yandaşlarını yanına alıp, onlara sağladığı her tür sadaka ile, her şeyi, tüm yoksulluğu, hukuksuzluğu, işsizliği bile unutturacağını zannediyordu. Bir gün gerçek Türkiye ile, üniversitelerde ya da bir stat açılışında karşı karşıya kalacağını hiç düşünmüyordu. Ve yalan Türkiyenin, her türden, her meslekten yandaşları da bunu hiç düşünmüyorlardı.

Gerçi dünyadaki “otoriter ülkeler” ve diktatörlükler de, buna çok benzer. Birbirlerinden farklı iki ülke yaratırlar. Ve bu iki farklı ülkenin varlığı ile güç kazanırlar. Bu iki ülkeden sadece birinde yaşamayı yeğlerler. Halkla yan yana gelmezler. Yan yana geldikleri, hep kendi adamlarıdır, “kulaklarından tutup atarım” dedikleridir. Bunun dışında bol bol yandaş kullanırlar. Bol bol “kralın soytarısı” kullanırlar. Ya da yandaş aydın, yandaş gazeteci, yandaş işadamı, yandaş memur, yandaş yargıç, yandaş savcı. Televizyonlara, gazetelere, sadece kendi adamlarını yerleştirirler. Ve bir de, ikinci ülkenin yani yalancı ülkenin” gerçek ülke olduğuna, tüm halkı inandırmaya çalışırlar. İnanmayanlara bana bakın, yoksa bertaraf olursunuzderler. Hatta ısrar edenleri de hapislerde süründürürler.

Sevgili dostlar, Türkiye’de işler bu aşamaya geldi mi, bunu bilemem, sizler bilirsiniz, ama, bizler iki Türkiyenin var olduğunu gördük. Ayrıca protesto edenler, birkaç öğrenci olunca, dövdüren bakanların, 30 bin kişi ıslıkladığında, hiçbir şey yapamayacaklarını da gördük. Ve bir de gerçek Türkiye’nin, sadaka kabul etmediğini, “aksırıncaya, tıksırıncaya kadar” ıslıkladığını gördük. O gece “onurlu Galatasaray seyircisi” gösterdi tüm bunları.

Bir de SON SÖZ: 106 yıllık Galatasaray’ın Başkanı, iktidarın, sadaka mantığı içinde stat yapmasını ve TOKİ Başkanı’nın bu yönde söylediklerini çok haklı bulabilir. Ama onurlu GS taraftarının tümünün de bunu haklı görmesini ve tek söz etmemesini isteme hakkı yoktur.



Süheyl Batum

Cumhuriyet 17.01.2011

SÖZDEN YAZIYA

11 Ocak 2011 Salı

‘Kimse yaşam tarzımıza müdahale edemez’ diyen liboşlar... Neredesiniz?

Share
Mustafa Mutlu
mmutlu@gazetevatan.com

Bundan beş-altı yıl önce üniversitelerde türban tartışmasının kızıştığı günlerdi...

Liberal arkadaşlardan biri gazetede koluma girdi ve “Abi çok sert yazılar yazıyorsun... Varsın türban üniversiteye girsin ne olmuş yani” dedi...

Ben de türbanla sorunum olmadığını, sadece yasaların ayaklar altına alınmasından rahatsızlık duyduğumu, bugün türban diye dayatanların kendisi kadar demokrat davranmayacaklarını, günü gelince etek boyuna, içkiye, kız-erkek arkadaşlığına da müdahale etmeye kalkışacaklarını söyledim.

Aldığım yanıt, “Paranoyaya kapılmışsın. Asla öyle bir şey olmaz. Hem yaşam tarzımıza müdahale etmeye kalkışsalar bile biz buna izin vermeyiz” oldu...

***


Dün elimdeki gazetelerle o arkadaşın yanına gittim ve işaretlediğim haberi okumasını istedim.

Haberde Samsun Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü‘nde çalışan Psikolog Zeynep Akyüz’ün, etek boyu yüzünden müdürü tarafından işten atıldığı belirtiliyordu.

Arkadaşım bu haberi okuyunca sözün nereye geleceğini anladı. Tam konuşmaya hazırlanıyordu ki; bu kez DHA‘nın 15 dakika önce geçtiği bir haberi önüne uzattım.

Bu haberde de Mersin’deki Nevit Kodallı Anadolu Güzel Sanatlar ve Spor Lisesi’nde, kız ve erkek öğrencilerin birbirlerine 45 santimetreden daha fazla yaklaşmamalarının istendiği belirtiliyordu. Üstelik bu uygulama; kız-erkek ayrımcılığı anlamında bu okul için bir ilk de değilmiş... Önce kızların ve erkeklerin yemekhaneleri ayrılmış... Veliler ve öğrenciler de, bütün öğrencileri “potansiyel sapık” olarak gören bu uygulamaları protesto ediyormuş.

Haberi okuyunca; arkadaşımın yüzü iyice değişti...

Bu kez masasının üzerine okurlarımızdan Bülent Özdemir‘in gönderdiği ve 1932 yılında Şebinkarahisar‘da Öğretmen Okulu‘nda okuyan annesinin, okul bahçesinde voleybol oynarken çekilmiş bir fotoğrafını koydum...

Sonra yanına beş-altı eski fotoğrafı dizip,“Ne düşünüyorsun” diye sordum:

Aldığım yanıt, “Şoktayım” oldu...

***


Arkadaşım şoktaydı ama durmaya niyetim yoktu:

Ekonomi Servisi Müdürümüz Ercan İnan’dan aldığım son haberi uzattım arkadaşıma ve okumasını rica ettim:

“Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu’nun hazırladığı yeni yönetmeliğe göre artık Topkapı Sarayı’nın bahçesinde, Arkeoloji Müzesi’nde, Aya İrini’deki bir konserde veya İKSV müzik festivallerinde ya da Tophane’de yapılacak bir sergide veya İstanbul Modern’de bir kadeh şarap bile servis edilemeyecek. 24 yaşın altındakilere içki satışı yasaklanacak...”

Arkadaşım haberi okuyup bitirdiğinde, “Türkiye’de seçme yaşı kaç” diye sordum.

“18” yanıtını alınca devam ettim:

“Yani 18 yaşında gençler ülkenin kaderini oy vererek belirleyebiliyorlar ama bundan sonra 24 yaşın altındakilere içki satılmayacak... Bu haberler karşısında hâlâ, paranoyaya kapıldığımı düşünüyor musun? Yaşam tarzımıza müdahalenin başladığını artık sen de görmeye başladın mı?”

Sonra da bitirici hamleyi yaptım:

“Hani yaşam tarzına müdahaleye izin vermezdiniz? Harekete geçmek için daha ne olmasını bekliyorsun?”

Arkadaşım sadece kısık sesle, “Çok kötü günlere gidiyoruz galiba, çoookkk” diyebildi...

DURUM VAHİM

Sadece bu üç örneği verdiğime bakmayın; durum gerçekten vahim...

Her gün Anadolu’nun ve büyük şehirlerin ücra köşelerinde bu örnekler gibi yüzlerce olay yaşanıyor...

Ve ne yazık ki bunların birçoğu, yaşayanlar tarafından kabullenildiği için, medyaya bile yansıtılmıyor.

AKP anlayışının yaptığı tüm akıl almaz işlere sempatiyle bakan liboş arkadaşlar, bugün gerçeği gördüler...

Ama...

Ne yazık ki, atı alan Üsküdar’ı geçti!

Ben bu çağ dışı uygulamaları hayatımıza sokan gericileri suçlamıyorum. Çünkü onların ne olduğu ilk günden beri belliydi...

Benim derdim, onların yanında yer alan ve hatta oy vererek destekleyen liboş takımıyla...

Sakın bana bir daha, “Hayat tarzımıza müdahale edemezler” demeyin...

Müdahale haberlerini katlayıp...

Masanızın üstüne koyarım!

***


Yıl, 1932... Şebinkarahisar Öğretmen Okulu’nun kız ve erkek öğrencileri büyük bir neşeyle voleybol oynuyor... Ama kimse “Aralarında 45 santimetre mesafe var mı” diye kontrol etmiyor!

***


GÜNÜN SORUSU

Sorum; dünyaca ünlü heykeltıraşımız Mehmet Aksoy’un Kars’ta yaptığı “İnsanlık Anıtı”na, “Ucube” diyen sanat eleştirmeni Recep Tayyip Erdoğan’a:

Diplomanızı hangi güzel sanatlar akademisinden aldınız?

Mustafa Mutlu -
mmutlu@gazetevatan.com

10.01.2011

6 Ocak 2011 Perşembe

Türkiye'yi Yiyen Yamyamlar

Share *
*
*


i
i




Hani meşhur bir deyiş vardır, filmlerde çok sık duyduğumuz:

“Ben nerede hata yaptım?” derler.
Sahi, biz nerede hata yaptık? Ülkemizi bu durumlara düşürdük, yamyamlara teslim ettik...

Türkiye ' yi yamyamlar yiyor.

Bir leşe saldıran çakallar gibi bu güzel, bu eşşiz, bu yeryüzünün en güzel yerindeki , en güzel insanların yaşadığı ülkeye saldırıyorlar!
Ağızları, tırnakları, gözleri kanlı bu saldırganların...Gözlerini toprak doyursun derler ya, bunların gözlerini toprak bile doyuramayacak...
Bunlar gidecek, daha açlar gelecek...Onlar, onlar derken bu devran hep böyle sürüp gidecek...
Aziz Nesin'in bir anı kitabı vardır: “Böyle gelmiş, böyle gitmez”
Bizde bu yiyicilik, geçmişini, değerlerini tüketmek, yoketmek... böyle gelmemiş aslında, sadece böyle yapanlara karşı ülkemizin bir koruyucu sistemi, bir koruyanı, bir kollayanı yok...

Geçen gün gazetelere manşet atmışlar: Lüferi kurtarsa kurtarsa ancak başbakan kurtarır.
Lüfer? Başbakan? Ne alâka deyip yazının devamını okuyorum.
Lüferin küçüğü sarıkanat ve çinekop balıklarının yasaklanmasını istiyorlar yazıda. Bunu yapsa yapsa başbakan yapabilir, yani bu balıkları avlamayı ancak başbakan yasaklayabilir anlamında bir yazı...
Tek adamlığa, bir kişinin hakimiyetine, ülkenin sahipsizliğine bakar mısınız?
Denizlerimizin nesli tükenen balığını koruyacak bir kanunumuz, kendinden işleyen bir düzenimiz yok!
Sanki krallık veya şeyhlikle yönetiliyoruz!

Denizlerimiz korunmuyor! Topraklarımız korunmuyor! Sularımız korunmuyor! Mimari yapımız, şehirlerimiz, tarihî eserlerimiz, taşımız, otumuz, bitkimiz, ağacımız , kuşumuz, börtü böceğimiz, hayvanımız...korunmuyor!
Kısaca doğamız korunmuyor!
İşte yine yeni duyduğumuz bir konu manşetlerde:

“Türkiye çok değerli humik maddelerini yok pahasına satıyor!”

“Yabancılar Türkiye ' den humik maddelerin yoğun olarak bulunduğu torf satın alıyor.” Her ülkenin humik maddelerini koruyan kurumları, dernekleri, bilim insanları var, bizim bu konuda çalışan bir bilim adamımız bile yok!”

Bu da nesi diye okuyoruz bu maddenin ne olduğunu hemen.
Humik maddeler binlerce yılda meydana gelen, bitki ve hayvanların çürümelerinden oluşan toprağın en değerli kısımlarıymış...Diğer ülkeler bu maddeleri korurken biz yok pahasına satıyormuşuz...
Tıpkı tarım topraklarımızı, arazilerimizi, dağımızı, taşımızı, koylarımızı, derelerimizi, kıyılarımızı...satmamız gibi...


Tarihimizi satmamız ise en acısı
. Sömürgeci ülkeler yok etmek istedikleri ülkelerin önce belleklerini siliyorlarmış, geçmişleriyle bağlarını kesiyor, eski , geleneksel ne varsa ülkelerinde silip süpürüyorlarmış...
Müzelerimize bile el attılar bu yamyamlar. Müzelerimizdeki “Kurtuluş Savaşı” ibaresi bile çıkardıkları bir kanunla silindi.
Bizim bir “Kurtuluş Savaşımız” olmamış gibi algılatacaklar halkımıza, yeni yetişenlere...
Nasıl Çanakkale Savaşları ' nı saldırgan, ülkemizi işgale gelmiş Anzaklar 'ın torunlarıyla kutlar olduk, Çanakkale Deniz Zaferleri 'ni zafer gününden çıkarıp şehitlerimizi anma gününe yani ağlama, yanma gününe çevirdik...Bu da aynı böyle...

Bizi arkadan vurmaya kalkan, Ruslar 'la, Fransızlar 'la anlaşan Ermeni vatandaşlarımızın ihanetini bile inkar etmediler mi, siz bir şey yapmadınız hepsini biz Türkler yaptık demeye getirmediler mi ülke yöneticileri? Daha yakında dememiş mi Dışişleri bakanı, “Ermeni Sözde Soykırım Tasarısının” ABD meclisinden dönmesi üzerine Ermeniler 'e: “Biz sizin acılarınızı anlıyoruz, siz de bizim açılarımızı anlayın” diye... Maç numarasına yatıp davet ettikleri Ermenistan Cumhurbaşkanının uçağının gövdesinde Ağrı dağımızın sembolü yok muydu evvelsi yılki ziyarette? Yine böyle bir maç numarasıyla gittikleri Ermenistan ¢da arkalarında Ağrı dağımızın resmi bulunan Batı Ermenistan(?) haritası bulunmuyor muydu?
Bu yapılanlara halk olarak tepki göstermemek, yalayıp yutmak neyin nesidir söyler misiniz? Umursamazlık mı? Düşüncesizlik mi? Belleğini, düşünce yetisini yitirmek mi?

Yabancılara bu toprak satışını
ilk kez duyduğum da inanamamıştım, partilerimizin, devlet adamlarımızın, bilim insanlarımızın bu boş vermişliğine, tepkisizliğine...
Kentlerimizin ruhunu satıyorlar, robot kentlere dönüştürüyorlar, kimsiz kimliksiz, ses çıkaran yok!
Sulukule kentsel dönüşüm ihanetiyle dümdüz edilecek veya çoktan edildi, üç beş kişiden, üç beş o semtin vatandaşından başka gözyaşı döken, sızıldanan olmadı...
Bir kültür, bir yaşam biçimi, bir tarihsel mekân yok ediliyor, milletimizin haklarını koruyan yasalarımız yok!

Haydarpaşa gibi bir tarih âbidesi ihmalden veya hıyanetten yakılıyor, canlı yayında film seyreder gibi seyrediyoruz ve acımızı unutuveriyoruz...
Geçen yazın en önemli konusu İstanbul ' da eski tarihî okullarımızın yıkım kararıydı bu okulların arsalarına duyulan parasal açlık yüzünden... Anne babalar, çevrelerine duyarlı bir avuç insan sesini duyurmaya çalışmıştı, sonra yine sessizlik...

Yine geçen yılların birinde, bir tatilde memleketime gittiğim de ellili yılların ortasında yapılan iki katlı, geniş bahçeli okulumu yerinde bulamamıştım. Yıkmışlar , yerine üç katlısını, okuldan başka herşeye benzeyenini pis bir beton yığını olarak yapmışlar. Bizim neslin, daha sonrakilerin geçmişini silmişler...Çocuklarımıza, torunlarımıza gösterebileceğimiz, işte bu benim sınıfımdı, burası müsamere salonuydu...diye anlatabileceğimiz bir yer yok edilmiş hoyrat eller tarafından, paraya doymaz yamyamlar tarafından...Doğduğum büyüdüğüm memleketim Gerze 'deki seksen, yüz yıllık ortaokul binası bile tarihten silinmiş, yıkmışlar!
Memleketimin sahili taş yığınına döndürülmüş, denizi doldurulmuş, kayıkhaneleri yıkılmış, halkı geçmişini artık limana panolara astığı fotoğraflardan seyrediyor... Neden? Nedeni belli değil mi? Geçmişimizi silmek ve bunu yapmayı teşvik etmek için de bu işi yapanlara kâr etme imkânı, bu işten para kazanma imkânı yaratmak...

Korunmaya alınmış SİT alanlarımız, orman alanlarımız meclisin eliyle yakın zamanda paraya çevrilecek, korunmaları kaldırılacakmış...

Elin İngiliz 'i Türkiye 'nin en güzel koylarında sit alanında yerleşmeye yasak bir yarımadada hasbelkader vaktiyle yapılmış ama şimdi yapılaşmaya yasak olan bir cennette ev almıştı. O evde uslu uslu oturacağına ne yaptı dersiniz?
Evi yıkıp yerine yenisini yapmaya kalkmış. Evin üstünde bulunduğu tepeyi, ağaçlık ve kayalık araziyi tarumar etmiş, yıkmış, parçalamış, oymuş...İstediği yere istediği kadar beton dökmüş, koskaca tepe ve çevresi kelaynak kuşuna çevrilmiş...
Sanki sömürge ülkesinde Hindistan 'da yaşıyor İngiliz! Buna karşı ne yapıldı biliyor musunuz? Yapı bitene kadar ses çıkarılmadı. Sonra mahkeme kararıyla inşaatın durdurulduğunu duyduk. Devletin polisi, memuru, nesi geldiler çevresinde döndüler, dolaştılar ve gittiler...
Kimsenin gücü, burası koruma alanındaki ormanlık bir tepe demeye yetmedi. Türkiye 'nin ortak malı burası diyemedi kimse...Ne yaptın diyemedi...Dur diyemedi, dur!

Böyle daha neler neler anlatabiliriz...
Çevremizde neler neler oluyor...
Avrupa ülkelerinin durumunu az çok biliyorum. Almanya doğasını, geçmişini nasıl koruyor biliyorum...
Bir bilmediğim Amerika 'nın durumuydu. Bu gelişimde burada gördüklerim ağzımı deyim yerindeyse açık bıraktı...
Dili konusunda ta 2007 yılına kadar yazılı bir kanunları bile olmadan dilini tek dil yapan, koruyan bu devlet, doğasını nasıl koruyor şaşarsınız... Devlet eliyle bile değil, özel şirketlerin eliyle doğanın nasıl korunduğunu, çevreye nasıl sahip çıkıldığını burada gözlerimle gördüm...
Korunmaya alınmış bölgelerinde bir taşı yerinden oynatamıyorsunuz! Bir otu yerinden koparamıyorsunuz!
Bir evi neredeyse kırk kişilik heyetlerin önünden kırk bir kere geçirmeden onaylatmadan yaptıramıyorsunuz!

Önceki asra ait tramvay yollarını
(San Fransisko'da) değil sökmek, bu yolları eski teknolojisiyle ve gürültüsüyle göğüslerini gere gere, övüne övüne, geçmişleriyle gurur duyarak kullanıyorlar.
Yeni evler başka alanlara yapılıyor. Eskiden yapılmış evler ve sokaklar aynen korunuyor. Pislikten geçilmeyen Çin mahallesi şehrin tam ortasında. En kıymetli bölgesinde. Burayı kaldırmayı kimse aklına bile getirmiyor. Gelen turist önce orayı göreyim diyormuş. Eski evleri, yolları, tramvayı, eski haliyle kalmış limanı, yolları, görüntüsü için geliyorlarmış buraya gezmeye gelenler...Yaşayanlar yasalara uyuyor; devlet ve belediye yönetimi ise şehirlerini koruyorlar. Şehrin her noktası denizi görüyor. Evler öyle plânlanarak yerleştirilmiş ki biri diğerinin önünü kapatmıyor. Basamak basamak iniyorlar tepelerden aşağıya doğru...
Bir oya gibi işlenmiş, temiz bakılmış, korunmuş eski yapılar...Bahçeler...Yeşil alanlar...Şehrin ortasında orman var, şaşarsınız...Ucu bucağı olmayan büyük parklar...Otopark değil, hemen beton kalıplar gelmesin aklınıza; dev ağaçlarla kaplı, çiçekli, oturma sıralarıyla dolu yemyeşil parklar...
Bir caddeleri var. Lombard caddesi. Zikzak çizerek yukardan aşağı inen bir cadde. Semt sakinleri çok yıllar önce arabalar caddeden yavaş insin, gürültü olmasın diye buranın karşılıklı yan taraflarına bitkiler diktirmişler, çiçekler ektirmişler. Kıvrılarak akan bir nehir gibi veya kıvrılarak inen bir yılan gibi cadde ortada kalmış bu yeşilliklerin.
Ama düşündükleri olmamış. Cadde bu haliyle öyle ilgi çekmiş ki, şu an en çok gezgini ağırlayan, arabaların bu kıvrık yoldan geçmek için sıraya girdikleri bir yol olmuş burası...
Çiçekli yolların içinden geçen merdivenli, yeşillikli ve güzel de bir yaya yolu var iki taraflı bu caddenin...

Benim memleketim Samsun geliyor yine aklıma. Altmışlı yıllarda tıpkı buralar gibi basamak basamak evleri yerleştirilmiş, her tepesinden denizi gören, yeşil Samsun. Şimdi değil denizi görmek betona boğulmuş, denizi doldurulmuş, limanı yok edilmiş ve sonra da İngiliz ' e satılmış Samsun!..

Burada çoğu yol yokuş olduğu için merdivenli yaya yolları bol, hem de öyle beş on basamak değil, onlarca basamak, in in ,çık çık bitmiyor...
Bizim memletimizde de böyle basamaklı yollar vardı, şimdi kaldı mı?
İstanbul¢u eski filmlerde görünce ne yapıyorsunuz? Tanıyor musunuz?
Bu kadar kısa sürede bu kadar değişiklik, bu kadar yıkım...olur mu? Dünyada böyle şey oluyor mu? Olur mu?
Haydi siz de yanınıza yörenize bir bakın!
Kıyılarımızda istediği gibi ev yapabilen yabancıları görüverin bir zahmet!
Kendi mimari yapılarıyla gönüllerince nasıl da ev yapabiliyorlar!
Bir sınırlayan, bir denetleyen, bir kültür birikimine sahip, bilim kurullarıyla çalışan, güzellik ve eskiye bağlılık gibi özellikleri gözeten belediyemiz var mı, kaldı mı belki bir Eskişehir dışında?

Yerli halkın “mütahitler” eliyle yaptırdığı ibretlik beton mezarlara bakın! Ruhsuz, şekilsiz, kişiliksiz apartmanlara, sokaklara, yokedilen ormanlarımıza dönün bir bakın!
Katledilen, araba yolları geçireceğiz diye dümdüz edilen doğa harikası kıyılarımızı hatırlıyor musunuz? Eski limanlarımız nerede? Galata Köprüsü nerede? Ülkemizin deniz kıyıları nerede?
Yaylalarımız, dağlarımız korunuyor mu?
Ülkemizin eski evleri nerede? Eski okulları nerede? Sarayları neden hep otel yapılıyor? Derelerimiz, çaylarımız nerede? Bunlardan geriye kalanları da HES adı altında kurulan su yamyamları yutmayacak mı?

Tarım arazilerimiz ne durumda?
Her yerimizi saran, dağı taşı delerek naylonlarıyla ortaya fırlayan, yer altı sularımızı ve bitki örtümüzü bozan, yok eden seralardan ne haber, seralardan? Var mı bir denetleyeni, bir düzene sokanı? Bahçelerimiz, bağlarımız, ormanlarımız sökülüyor, sökülüyor, naylon örtülü hayalet çadırlara dönüşüyor görmüyor musunuz? Kışın yaz sebzesi yemeseniz ölür müsünüz? Ormanımız sökülmese, seralar bir disipline alınsa...Bu işi yapan halka başka iş imkânı yaratılsa, bahçe sebzesi ve meyvesi teşvik edilse...Yamyamlardan kurtarılsa...

Amerika aptal mı toprağını aynen koruyor!
Ta ülkeye girerken size sorduğu sorularla önce bir gözdağı veriyor!
Hayvanını koruduğu meralarda otlatıyor! Tarımını bu iş için ayrılmış alanlarda yaptırıyor.
Bize ise genetiği değiştirilmiş tarım ürünleri dayatılıyor! Böyle ürünlere mahkûm ediliyoruz! Kendileri organik tarım yapıyor!
Kendileri tek dilli ülke. Bize olmayan dil dayatılıyor!
Kendileri olmayan tarihlerini koruyor kolluyor!

Bizim binlerce yıllık tarihimiz kül ediliyor! Binlerce yıldır bizim olan ülkemize göz dikiliyor! İstiklâl Savaşımız unutturuluyor!

Çevrenize iyi bakın, gençseniz büyüklerinize sorun, oralar eskiden nasılmış?
Yaş yaşamışsanız bir kendinizi sorgulayın! Görmeyen gözlerinizi aralayın!
Bakın bakın da gördüklerinize şaşın!
Türkiye' yi yamyamlar yiyor!
Türkiye tükeniyor!
Biz yalnız bölünmüyoruz, bölücü ihanete uğramadık yalnız, bir de biz herşeyimizle yok ediliyoruz...
Buna böyle seyirci kalmaya devam edersek biteceğiz!

Yamyamlar bizi yiyecek!


Feza Tiryaki, 4 Ocak 2011

http://www.guncelmeydan.com